28 Ekim 2009 Çarşamba

GEÇMİŞ ZAMAN OLUR Kİ...







BÖLÜM 1 .


Uyandığımda, sarı, sıcak, parlak ama yumuşak bir ışık yüzüme vuruyordu. Geniş taş duvarlı, gri boyalı ahşap pencerenin camında yağmur damlacıkları boncuk bocuk parlıyordu. Oysa okuldan gelip sedire uzandığımda simsiyah bir gökyüzü ve bardaktan boşanırcasına yağan bir yağmur vardı. O an duyduğum mutluluğu, yaşama sevincini hala o gün ki gibi benliğimde hissederim. Sanırım bugün kendinle barışık olmam, yaşamdan böylesine keyif almam ve insanları zengin, fakir demeden ve statüsü ne olursa olsun sevmem o an yaşadığım mutluluğun bir uzantısı...


Kırk yıl sonra geriye dönüp baktığımda; en net ve en canlı hatırladığım an, bu an. Sanırı altı yaşındaydım. İlkokula yeni başlamıştım. Evimiz o zamanlar İzmir’in en güzide semtlerinden olan namazgâhtaydı. Mezarlıkbaşından biraz yukarıya çıkıp İkiçeşmelik’e gelmeden birbirine paralel ve çok dar iki sokaktan birsinden girince sokağın sonunda genişçe bir mekâna varırsınız. Sol yanınızda insan boyu beton parmaklıklarla çevrilmiş alana Romalılar döneminden kalma antik kent ve agora kalıntıları bulunurdu. Sağ yanınızda ise bakımlı küçük bir park vardı. Bu parka paralel giden sokaktan tepelere doğru tırmanan dar ve dik yokuşlar uzanırdı. Yokuşların her iki yanında eski Türk ve Rum mimarisinin güzel örnekleri olan evler sıralanırdı. Bu yokuşlar evlerin arasında döne dolaşa tırmanır, bir yerden sonra yokuşun yerini düzensiz merdivenler alır, sonunda Mumcu ve Topaltına, oradan Ballıkuyu ve Kadifekaleye ulaşırlardı. Bu sokaklardan araba falan geçemez, çöpleri bile iki yanında kocaman küfeleri olan eşek katarları toplardı. Çocukluğumun küçük fakat en iyi hatırladığım kesiti bu sokaklarda geçti.


Eğer parktan bu sokaklardan birine girmez, yola devam ederseniz, sağ tarafta Namazgâh Hamamı karşınıza çıkar. O yıllara özgü bir yaşam kültürüydü hamamlar. Hamamı geçince yol sola kol verir. Bu yolu kullanırsanız önce bahçesinde güvercinlerin oynaştığı tarihi Hamidiye Camii’ne gelirsiniz, Camii geçtikten sonra Dönertaşa, oradan devamla Tilkilik ve Altınpark’a ulaşırsınız. Artık o zamanlar İzmir’in merkezi sayılan Basmane’ye geldiniz demektir. Bu saydığım mahaller Kurtuluş Savaşı sonrası yeniden yapılanan İzmir’in Alsancak ve Karataşla birlikte en güzide yerleriydi. İzmir'’n en tanınmış tüccarları, esnafları ve hatırlı aileleri buralarda otururdu. Bugün ise buraları o güzel günler sanki hiç yaşanmamış gibi bir kasvetle, bir arabeskle boğulup gitmiş. Doğudan göçlerle gelen Mardinli, Urfalı, Diyarbakırlı, Ağrılı göçerler buralara yerleşip, geldikleri İzmirlilik kültürü ile kaynaşıp kültür zenginliği yaratacakları yerde, azınlık psikolojisi ile olsa gerek daha içine kapalı, daha şoven bir topluluk yarattılar. Artık buralar İzmir değil... O güzel, bakımlı medeni, kültürlü, şen kadınların yerini kendi yerel örtüleri, çarşafları içinde, gülmeyen gözleri kuşku ve hırsla parlayan insanlar almış. O güzelim İzmir Türkçe sinin yerinde Arapça ve Kürtçe’nin genizden gelen hırıltılı ve kaba saba şivesi almış.

Herneyse, bunlar çocukluk anılarımı yaralayan ve içimi kanatan gelişmeler ve buna benim yapabileceğim bir şey yok. Tek yapabileceğim anılarındaki İzmir’e sahip çıkmak ve bunu ço0cuklarıma, torunlarıma aktarabilmek.











Namazgâh Hamamından sola dönmez, düz devam ederseniz pazaryerine ulaşırsınız. Doğrusunu isterseniz ne gün Pazar kurulduğunu hatırlamıyorum. Bu Pazar yeri ile ilgili tek hatırladığım bayramlarda bu alana dönme dolapların, salıncakların, sallanan kayıkların ve atlıkarıncaların kurulduğu... Bu saydıklarımın hepsi tahtadan yapılmıştı ve insan gücüyle çalışıyordu, yani dönme dolabı sahibi döndürüyor, salıncakları yine sahipleri sallıyordu.

Oyuncakçıların yanı sıra tablasında rengarenk macunları bulunan akordeon çalan macuncu , çatapat satıcıları, bir tezgâha sigaraları ve oyuncakları dizip çember attıran çemberciler, simitçiler, şerbetçiler burada olurdu. O zamanlar bayramlar kışa gelirdi fakat biz yağmur, soğuk dinlemeden el öperek kazandığımız bayram harçlığı ile soluğu bayramyerinde alırdık. Pazar yerinin biraz ilerisinde ilk okula adım attığım Kemal ATATÜRK İlkokulu vardır.






Kemal ATATÜRK İlkokulu 1. sınıf hatırası



Yaşıtlarımdan bir yıl önce altı yaşında başlamıştım ilkokula. Sanırım Şaban Eniştemle birlikte annem yazdırmıştı. Bu okul dönemine ait anılarımda çok fazla bir şey yok. Öğretmenimin adı İkbal Hanımdı, yanılmıyorsam orta yaşın üzerinde kilolu bir hanımdı. Ama yüzünü hiç hatırlamıyorum, o zamandan kalan yıl sonu topluca çekilmiş tek fotoğrafa baktığım zamanlar bile hiçbir anı çağrıştırmıyor. Birinci sınıftan , Kemal ATATÜRK ilkokulundan hatırımda tek kalan bir 23 Nisan kutlaması... Okul bahçesinde çember şeklinde sıralanmış öğrenciler arasında oynanan folklorik bir oyun .. Tabii bir de o gün bugün hiç çıkarmadan taktığım gözlüklerim. İkbal Öğretmenimi hiç hatırlamasam da gözlerimin bozuk olduğunu zamanında fark etmesinden dolayı ona minnet borçluyum sanırım. İkinci sınıfın ikinci sömestresinde ayrılmıştım okuldan; senenin yarısında yeni bir okula yeni bir öğretmene ve yeni arkadaşlarıma merhaba demiştim.

Okulun hemen yanından İzmir’in ünlü Patlıcan cı yokuşu tırmanır. Oldukça dik bir yokuştur. Yokuşun sonundan sağa doğru uzanan dar ve eğri büğrü yollar ve merdivenlerden bizim eve de ulaşabilirdik.



* * *



Evimiz 820 sokağın yokuşunun bitip merdivenlerinin başladığı noktadaydı. Sevimsiz bir evdi. Buraya taşınmadan önce babamın Şirinyerde tuttuğu evde sivrisineklerden dolayı oturamamışız, daha doğrusu teyzemin eşi olan Şaban Eniştem bizim sivrisineklere yem olmamıza razı gelmemiş, önce kendi evine misafir etmiş daha sonra da karşılarındaki ev boşalınca oraya taşınmamızı sağlamış. Koyu gri boyalı, sıvaları rutubetten kabarmış, iki katlı bir evdi. İki kanatlı, geniş ve yüksek kapıdan girince tam karşıda üç yüksek merdivenle çıkılan helâsı karşılardı sizi. Helâya uzanan bu taş koridorun sol yanında genişçe bir oda, onun yanında üst kata çıkan ahşap merdivenler, onun yanında da mutfak olarak kullanılan bölüm vardı. Üst katta ise sanırın iki oda ve terasa açılan bir kapı vardı. Odaların pencereleri sokağa, hemen karşımızdaki teyzemlerin evine bakardı. Gündüz bize ait olan ev gece kedi büyüklüğünde farelerin oyun alanı olurdu. Özellikle ahşap merdivenin altında cirit atarlardı. Oturma odası ve misafir odası olarak aşağıdaki geniş odayı kullanırdık. Biraz önce bir nisan ikindisinde yağmur sonrası güneşiyle uyandığım sedirde bu odadaydı.



* * *



Karşımızdaki evde teyzemler otururdu. Kendinden yaşça oldukça büyük birisiyle evlendirilmişti. Fakat anımsadığım kadarıyla iyi bir insandı eniştem. Ailesini, annesini, çocuklarını ve bizleri çok severdi. Yardımsever ve cömert bir insandı. Hali vakti de yerindeydi Evleri bizimkine göre daha büyük, daha bakımlı, mermer kurnalı büyük bir hamamı olan iki katlı bir evdi. O zamanlar için değil İzmir, Türkiye için bile lüks olan telefonu, kırk beşlik plakların çalındığı pikabı bile vardı. Salonlarında büyük oymalı, bordo kadife koltuk takımları vardı. Her akşam cebinde şeker veya çikolata ile gelir biz çocukları sevindirirdi. Benim en sevdiğim şemsiye şeklindeki çikolatalardı. Beraber yaşadıkları ve huysuz olduğu söylenen –ben çocuk aklımla ayırtını yapamıyordum- fakat eniştemin çok sevdiği ve saydığı annesine, sık sık ziyarete gelen görümcelerine ve eşi öldükten sonra aileye katılan görümcesi Fahriye Halaya rağmen teyzem mutluydu sanırım. Beş kız çocuk vermişti enişteme. Kısacası oldukça büyük ve kalabalık bir aileydi teyzemlerinki. Zaman zaman biz çocukların arasında kavgalar olur, zaman zaman boyutları biraz daha büyür, kısa sürelide olsa annemle teyzem arasında küskünlükler yaşanırdı. Ama eniştemle babam dargınlıkların uzamasına izin vermezlerdi.




* * *




Kurban Bayramlar telaşlı geçerdi. Günler öncesinden kurbanlık koyun sürüleri gevrek melemeleri ile meydanda yerlerini alır, havayı taze ot ve koyunların kendine özgü kokusu sarardı. O postlarının üzerine rengârenk boyalar sürülmüş koyunları arasında gezinmek te ayrı bir keyifti.

Bayram namazının ardından herkesi bir telaş sarar, kan kokan bu telaşın sonrasında tüm mahalleyi keskin bir kavurma kokusu sarardı. Akşama doğru havadaki koku tekrar değişir ve parkın karşı köşesindeki kömürcünün yanına yerleşmiş tütsücü bir yandan ayağı ile ateşi körükler., diğer yandan yüzülmüş, boynuzları kırılmış kelleleri tütsülerken çıkan koku havayı doldururdu.

Diğer bir köşede Türk Hava Kurumuna gün boyu toplanan deriler tuzlanırken onun hemen yanında barsakları toplayanlar içlerini temizleyerek halka halinde bir köşeye yığarlardı. Erken inen akşamla birlikte herkes evine çekilirdi.




* * *




Bahar erken gelirdi Agoraya. Antik mermer sütunların arasında otlar yeşerirdi önce, ardından bembeyaz papatyalar sarardı çevreyi. Parkımız da canlanır, çimenler yeşerir, kanepeleri dik yokuşları tırmanmadan önce soluklanan insanlarla dolar, taşardı. Sokaklarda ayrı bir canlılık başlar, evlerin duvarları sarılı, bordolu, çivit mavisi badanalarla boyanır, halılar kilimler yıkanırdı.

Yalnız bu yıl bahar daha bir farklı geldi. Tüm Tilkilik, Agora, Namazgâh meydanlardan Mumcu’ya kadar tüm arta sokaklar lacivert kırmızılı bayraklarla donatılmıştı. İnsanlarda farklı bir heyecan, farklı bir coşku vardı. Ve öğrendik ki semtimizin takımı olan Altınordu o yıl şampiyonluğa oynuyordu. O bahar yaşamın farklı bir dokusunu, farklı bir hazzını tatmış, çocuk aklımızda yeni bir kavram şekillenmişti.

Baharla canlanan parkta okul dönüşü koşar oynardık. Kimi zamanda – kalemimizi ya da silgimizi kaybettiğimizde – eve nasıl gideceğimizi düşünürdük bir kanepesinde.


Güzel bir nisan günüydü yine... Günlerden çarşambaydı sanırım. O gün sınıfla birlikte Fuara pikniğe gitmiştik. Piknik dönüşü evimizin önünde oynuyorduk, annem de temizlik yapıyor, tahta fırçasıyla ahşap merdivenleri fırçalıyordu. Birden bizim evde bir hareketlenme oldu, teyzem kızları, komşu kadınlar telaşla girip çıkıyorlardı. Bu koşuşturmanın bir yerinde daracık sokağımızın başında bir ambulans belirdi. Biz kardeşimle birlikte ne olup bittiğini anlamadan koşuşturmaları izliyorduk. Ambulansın hemen ardından babam gözüktü yokuşun başında, oysa gelmesi için erken bir saatti. Bir süre sonra ambulans kimseyi almadan geldiği gibi gitti. Biz o akşam teyzemde yatılı kaldık, yatmadan önce teyzem bizi mermer banyoda yıkadı, temiz pijamalar giydik ve uykuya daldık.

Bir gün önceki telaşın koşuşturmanın nedenini öğrendik sonunda. Bize yeni bir kardeş gelmişti. Bir kız kardeşimiz olmuştu.. Temizlik yaparken annem yorulup ağrıları başlayınca komşular doğumun başladığını anlamış, ambulans çağırmışlar fakat annem ambulans gelinceye kadar bekleyemediği için komşumuz Memnune hanım teyze doğumu yaptırmıştı. Takvimler 13 Nisan 1966 yı gösteriyordu.

O bahar ve oyaz aile yeni katılan kardeşimizin heyecanıyla geçti. Erkek kardeşimle birlikte ilk ticari deneyimimizi de o yaz yaşadık. Çay bardağı ile, bardağı yirmibeş kuruşta çiğdem çekirdek satıyordu parkta. Paraları daha bilemediğimizden kandırılmayalım diye yalnızca beyaz yirmibeş kuruşları kabul ediyorduk. Sarı yirmibeş kuruşluklar, beş ve on kuruşluklarla karışıyordu çünkü..



* * *



Daracık sokakların birbirinin üzerine eğdiği, pencerelerin birbirinin içine açıldığı evlerde doğaldır ki gizli saklı yoktu. Daha bir sıcak daha bir içtendi komşuluklar. Eğri büğrü evlerde ne hayatlar yaşanırdı. Evimizin yanından gökyüzüne tırmanırcasına dik merdivenler uzanırdı. Merdivenlerin sonunda karşınıza iki kanatlı tahtadan bir bahçe kapısı çıkar, kapının arkasından havlayan Ateş karşılardı sizi. Burası meyve ağaçları ile dolu geniş bir bahçenin içine bulunan Memnune Hanım teyzelerin eviydi. Memnune Teyze, kızı Tonton Abla – Tonton gerçek adımıydı hala bilmiyorum- eşi, oğulları Müjdat ve kızları Asuman hep beraber otururlardı. Müjdat bizden birkaç yaş büyüktü. Asuman ise benimle yaşıttı. Çok neşeli, şen şakrak bir aileydiler. Memnune Teyze ilerlemiş yaşına rağmen gayet gösterişli makyaj yapar, ipekli elbiseler giyer, takıp takıştırırdı. Ama hiçbir zaman frapan olmaz tam tersine bir İstanbul Hanımefendisi azametine bürünürdü. Kızı Tonton Abla bile onun gerisinde kalırdı. Onlara misafirliğe gitmeye geniş bahçesinde oynamaya can atardım tabii Ateş’in bağlı olması şartıyla. Bu ailenin tek sevmediğim ferdi köpekleri Ateş’ti. Çok saldırgan, sokaktan kimseyi geçirmeyen kara bir köpekti.

Bu merdivenlerin bende kalan bir anısı da kardeşim Ragıp’ın merdivenlerin en üstünden yuvarlanarak kaşını yarıp kan revan içinde kalmasıydı. Bu olay benim belleğimde, Ragıp’ın ise kaşının üzerinde bir iz olarak kaldı.

Bizim evin tam karşısında teyzemlerin evinin alt tarafında sarı boyalı, mavi demir kapılı Aksekililerin evi bulunurdu. Bu evin sakinleri de iyi komşumuzdu ama benim aklımda kalan evin reisinin Leblebici Hanında zücaciyecilik yaptığı ve o zamanlar çok yaygın olan cep fotoromanlarına düşkünlüğü bütün mahallenin dilindeki evin gelini Kudretti. Öyle ki mahallede Kudretin hiçbir iş yapmadığı bütün gün karyolasına uzanıp fotoroman okuduğu söylentisi yayılmıştı.

Aksekililerin evinin bitişiğinde Sarı Papatya’nın evi vardı. Bu ev sokağın köşesinde bulunuyordu ve iki tarafa da kapısı vardı. Sarı Papatyanın da Papatya gerçek adımıydı yoksa sarıya boyalı saçları yüzünden mahallelinin taktığı bir isimiydi bilmiyorum. Ama gerçekten sarıpapatya gibi bir kadındı. Sapsarı boyalı saçları, beyaz teni ve endamıyla mahallemiz için oldukça sosyetikti. Sarı Papatya’nın evinin yanında Çakır Hatice Teyzenin evi vardı. Orta yaşın üzerinde ufak tefek, çok konuşan, hareketli bir kadıncağızdı. Oğlu ve geliniyle birlikte yaşıyordu. Pek geçinemezlerdi sanırım, Çakır Hatice sık sık teyzemde gecelerdi. Öyle ki teyzem, eniştemin ölümünden birkaç yıl sonra Hatay’a taşındıktan sonra bile bohçasını kapar soluğu teyzemde alır ve birkaç gün misafir olurdu.

Teyzemlerin evinin üst yanında İdris Amcaların evi vardı. İdris Amcalar hakkında bugün anılarımda çok fazla bir şey yok ama evleri benim için önem taşıyor.

Bu mahalle tekin bir mahalle değildi. Babamın kurs için Eskişehir’de olduğu, bizim evde yalnız kaldığımız günlerden birinin gecesinde üst kattaki yatak odamızda yatmaya hazırlandığımız bir sırada alt kattan sesler geldi. Sanki birisi yavaş yavaş ahşap merdivenleri çıkıyordu. Annem ve Ragıp la birlikte çok korkmuştuk. Bir süre ne yapacağımızı bilemedik., sonra annem cesaretini toplayıp pencereden teyzeme seslendi ve hiçbir şey söylemeden teyzemin en büyük kızını yatıya çağırdık. Hala annemin aşağıya nasıl indiğini, kapıyı nasıl açtığını bilmiyorum. O gece huzursuz bir şekilde sabahı zor ettik.

Eniştemin ölümünden bir süre sonra da Teyzemin kızı Ümran Abla salondaki koltukta babasını pijamalarıyla otururken görmüştü.

İşte İdris Amcanın evi de böyle doğaüstü olayların yaşandığı üçüncü evdi.


* * *


Sıcak bir yaz günü bitmek üzereyken mahalle yine hareketlendi. Herkeste bir neşe bir telaş… Çocuklar erkenden eve yemeğe çağrılıyor, akşam sofraları her zamankinden önce kuruluyordu. Eee bu akşam sirke gidilecekti, erken gidip ön sıralardan yer kapmak gerekiyordu. O zamanlar bugünkü gibi Moskova Sirki, Meksika Sirki olmadığı için biz cambazlarla idare ediyorduk. O yılların en ünlü cambazı BONCUK kumpanyası ile birlikte gelmiş, Mumcuya çıkan yol üzerindeki Mehmet Ali bakkalın yanındaki boş alana kumpanyasını kurmuştu.


Alacakaranlık çöktüğünde biz cambazhanenin yolunu tutmuştuk. Branda bezinden tentelerle meydan çevrilmiş, sarı ışıklı ampuller diziler halinde döşenmiş akşam esintisi ile hafif hafif sallanıyorlardı. Biletimizi alıp içeri girdik. Tahta sandalyeler daire oluşturacak şekilde biri. kaç sıra halinde dizilmişti. Dairenin ortasında ise yerden yetmiş beş, seksen santim yüksekte bir platform kurulmuştu. Platformdan iki üç insan boyu yüksekte tel halat boydan boya uzanıyordu. Halatın iki ucu birer direğe bağlanmıştı.

Tahta sandalyeler tamamen dolup a izleyiciler çoluk çocuk, kadın erkek herkes yerleşince çuldan kapı kapandı, ışıklar söndü. Yanlıca cambazhaneyi çevreleyen bir sıra ışıkla sahneyi aydınlatan çok kuvvetli bir ışık yanıyordu. Işıkların sönmesi ile bateri, trompet ve akordeondan oluşan orkestra çalmaya başladı. Önce palyaçolar fırladı sahneye. Türlü şaklabanlıklar yapıyorlar, aralarında bir tanesi ise onlara katılmıyor, şaşkın şaşkın ortada dolanıyor, diğer palyaçoları izliyor arada sırada eğildiğinde poposunda bir ampul yanıyordu. İşte o zaman seyirciden müthiş bir alkış yükseliyor, ıslıklar ortalığı çınlatıyordu. İşte meşhur BONCUK buymuş meğer. Palyaçoların ardından yüksekçe bir merdiven getirildi ortaya. Merdiveni güçlü kuvvetli bir adam sahnenin ortasında dik olarak tutuyordu. Cızırtılı hoparlörden “yılan kız” anons edildi. Orkestra bir ez daha canlandı. Sahneye parlak lame mayo giymiş tüllere sarılı bir kadın geldi. Müziğin eşliğinde bir reverans ile tüllerden kurtuldu ve çevik adımlarla merdivenin tepesine tırmandı. Önce seyirciyi selamladı. Daha sonra orkestranın heyecanı arttıran müziği eşliğinde elleri üzerinde amuda kalktı. Birkaç kez dengesini yokladıktan sonra baş aşağı merdiven basamaklarından süzülmeye başladı. Seyirci nefesini tutmuş izliyordu. Yılan kız, gerçek bir yılan veya bir lastik gibi sanki kemikleri yokmuşçasına merdivenin basamaklarının bir önünden bir arkasından bükülerek aşağıya iniyordu. Yılan Kız her basamağı geçişinde baterist zile vuruyor, seyirci sesini çıkarmadan izliyordu. Yılan Kız sonunda basamakları tamamlayıp zemine vardı, bir takla atıp doğrularak kolları havada iki yana açılmış seyirciyi selamladı. Gösterisini başarı ile tamamlamıştı. Cambazhane alkıştan, ıslıktan, bravo seslerinden yıkılıyordu.

Seyirci çok heyecanlanmıştı, biraz rahatlatmak gerekiyordu. Sahneye süslü püslü kıyafetler içinde ufak tefek bir kadın geldi ve şarkıya başladı:

“ Senin en güzel yerin,

Kahverengi gözlerin….”

Şarkıcı kadın şarkılarını söylerken gazozcular, sunalkocular, çiğdem çekirdekçiler seyircilerin arasında dolanıyordu. Heyecandan boğazı kuruyan seyirci Neşe gazozuna sarılıyordu.

Kadın şarkılarını tamamlayıp nispeten daha zayıf alkışlarla sahneden inince orkestranın sesi yeniden duyuldu. Çalan müzik yeni bir heyecan dalgasını haber veriyordu. Sahneyi aydınlatan ışık yıldızlı gökyüzünde hareketlendi ve çelik halatın bağlı olduğu direği aydınlattı. Direğin yanında Boncuk halkı selamlıyordu. Trampetin seri takırdamaları ile iki üç hamlede direğin ucundaki sepete ulaştı. Aşağıdan kendisine uzatılan uzun çubuğu aldı ve ortalarından bir yerden iki eli ile kavradı. Bir ayağını sepetten ipin üzerine attı, çubuğu tekrar yokladı, kendini teraziledi. Herkes ağzı açık, başarı yukarıda Boncuk’u izliyordu. Boncuk yavaş ve dikkatli adımlarla ipin üzerinde yürümeye başladı, kimi zaman dengesini kaybeder gibi oluyor, trampet daha heyecanlı çalıyor, seyirciden bir uğultu yükseliyordu. Sonunda Boncuk diğer direğin ucundaki sepete ulaştı ve seyirci rahat bir oh! Çekip çılgınca alkışlamaya başladı. Seyirciyi selamlayan Boncuk eğildikçe poposundaki ampul yanıyor alkışlar daha bir canlanıyordu. Alkışlar arasında Boncuk yardımcılarının uzattığı ortasında pedalı olan lastiksiz bir bisiklet tekerini aldı, sepetin üzerine ipi hizalayacak şekilde dikkatlice yerleştirdi. Sonra seri bir hareketle pedallara tırmandı. Tekerle ipin üzerinde bir ileri bir geri gidip gelerek dengesini bulmaya çalıştı kısa bir süre. Dengesini sağlayınca yardımcılarından uzun çubuğu tekrar istedi. Denge çubuğunu da ayarlayıp dengesini tekrar kontrol edip yavaşça hareketlendi. Ağır ağır dengesi kah bozularak kah düzelerek ipin üzerinde ilerlemeye başladı. İnanılır gibi değildi. İpin üzerinde tek tekerlikli bisiklete biniyordu. Çılgın alkışlar ve ıslıklar arasında gösterisini tamamladı. Coşku doruğa çıkmıştı. İp cambazı Boncuk’tan sonra sahneye gelen diğer göstericileri de heyecan ve zevkle izledik. Saatler gece yarısını dönerken heyecandan yorgun düşmüş ama çok mutlu bir şekilde evimize dönüyorduk. O gece deliksi ve mutlu bir uykuya daldık. Aradan yıllar geçmiş olsa da Boncuk’u ve onun cambazhanesini hala canlı bir anı olarak hatırlarım.


* * *



Yaz bitmiş, mevsim kışa dönmüştü. Kasım ayıydı sanırım. Parktaki ağaçlar yapraklarını dökmüş yerler sarı, kızıl yapraklarla kaplanmış, bacalardan, evlerin pencerelerinden sokağa uzanan uçlarında teneke fırdöndüler olan soba borularından dumanlar yükselmeye başlamıştı. Ortalıktan baharın ve yazın mis kokusu çekilmiş yerini linyitin genizleri yakan is kokusu almıştı. Güneş te erken batıyordu artık. Erken inen akşamla birlikte bir hüzün kaplıyordu mahalleyi.

Böyle soğuk ve hüzünlü bir sonbahar günü tanıştım ölümle. İlçelere giden otobüsler Konak’tan kalkıyordu o zaman. Konak’ta şimdi Doğumevi olan bina o zamanlar Memleket Hastanesiydi. Otobüslerin kalktığı yerle hastane arası taş çatlasa beş yüz altı yüz metreydi. Teyzemle Eniştem Ödemiş’e anneannemlere ziyarete gitmek için otobüse binmişler. Otobüs daha hareket eder etmez eniştem fenalaşmış ve koltuğa yığılmış. Feryat figan arasında otobüsle hemen hastaneye götürmüşler ama kurtaramamışlar. Hiç beklenmedik şekilde gelen ölüm tüm mahalleyi sarsmıştı. Soğuk ve yağmurlu bir günde kaldırıldı cenazesi Teyzemin evi tam bir mateme bürünmüştü. Evden Kuran sesleri ve hıçkırıklar yükseliyordu. Ev genç yaşlı kadınlarla dolmuş, her biri sırayla Kuran okuyordu. O gün akşam daha ağır bir hüzünle indi. Herkes evine çekildiğinde teyzemin evindeki acı ve hüzün daha da ağırlaştı. Biz bile çocuk aklımızla olayın vahametinin farkındaymışçasına bir köşeye büzüşmüş oturuyorduk.

Ertesi sabah yeni bir ölüm haberi ile sarsıldı mahalle. Bir gün önce eniştem için Kuran-ı Kerim okuyan komşumuz yaşlı kadının kalbi üzüntüye dayanamamış ve gece uykusunda durmuştu. Mahallemizden bir gün arayla iki cenaze kalkmıştı.

Teyzem genç sayılacak yaşta beş kız çocuğu ile yapayalnız kalmıştı. Bundan sonra acılarla dolu bir yaşamı metanetle göğüsleyecek olan teyzemin yaşadığı bu ilk cı benim de ölümle ilk tanışmamdı.


* * *



İlkokul ikinci sınıfın sömestre tatiliydi. Soğuk bir şubat günü taşındık yeni evimize. Bayramyerinde, doğduğum evin karşısındaki evdi. Hemen Halit Bey İlkokulunun arka sokağıydı. Okulun arka kapısı bizim sokağa açılıyordu. Benim de okul kaydımı bu okula almıştık. Eski, iki katlı bir binaydı. Geniş bahçesi, bahçede tuvaletler ve bir arığın üzerine sıralanmış musluklardan oluşan çeşmesi vardı. Sınıflar büyük, yüksek tavanlı, yerler tozamasın ve tahtaları kurt yemesin diye mazotlanmaktan kararmış ahşap kaplıydı. Yeni öğretmenim hafif kilolu, çok güler yüzlü ve sevecen bir bayandı: Gül Şakar. Öğretmenimle ve yeni arkadaşlarımla hemen kaynaşmıştım. Artık kalan üç buçuk yılımı burada geçirecektim.

Başarılı bir öğrenciydim. Mehmet Recep Yavuz, Celal Sezerler, Kahraman ve Hasanla birlikte ilk beşi oluşturuyorduk. Kızlardan da Gül ve Selma bizleri izliyordu. Haşarılıklarımız ve çocukça yaramazlıklarımız dışında çok iyi bir sınıftık. Gül öğretmenimizi ve arkadaşlarımı çok seviyordum.

Sanıyorum üçüncü sınıftaydık. Mehmet bir gün hastalandı. Uzun bir süre okula ara vermek zorunda kaldı. Bizler her gün onu ziyaret ediyor, o gün okulda öğrendiklerimizi anlatıyor, öğretmenimizin verdiği ödevleri iletiyorduk. Hafta sonları da cumartesi günleri çıkan “Mavi Kırlangıç” isimli çocuk gazetesini götürüyorduk. Ve ne yazık ki bu çok başarılı arkadaşımızı ileriki yıllarda, ODTÜ Uçak Mühendisliğinde okurken bir trafik kazasında kaybettik.


* * *


Muhit, aileme yabancı değildi. Daha önceleri de ben doğduğumda karşımızdaki Menekşe Hanım Teyzenin evinde ve daha sonra da çok küçükken bir arka sokakta oturmuştuk. Onun için buraya alışmakta zorluk çekmedik. Uzun kış akşamlarında uzaktan akrabamız da olan Bakkal Habib amcalara – ki şehirde namlı bir kırık çıkıkçıydı -, Naciye Teyzelere, Martı Pastanesinin sahibi Hüsnü Dayılara ve Süheda Yengelere akşam oturmalarına giderdik. Sokağımızda da komşuluk ilişkilerimiz çok iyi idi. İlkbahar ve yaz akşamüstlerinde ve akşamlarında herkes evinin önünü yıkar ve evinin önünde oturur, karşılıklı sohbet edilirdi. Akşam saat beşte çaylar demlenir, tablasında sıcak akşam simitleri ile geçen Cengiz abiden ya da koluna taktığı camekân sepetinde sıcak boyozlar satan boyozcumuzdan boyoz alır ve ikindi kahvaltımızı yapardık. Yaz akşamüstleri, üzerine hoparlör takılmış Chevrolet’ler sokak aralarında dolaşır, oynayan filmleri anons eder ve bizleri o dönem çok gözde olan yazlık sinemalara davet eder, el ilanları dağıtırlardı. Biz de çocuk aklımızla el ilanlarında kapmak için o parıltılı arabaların ardında koştururduk.

Sokağımız dar uzun bir sokaktı. Okul tarafında iyice daralırdı. Zemini Arnavut kaldırımı taştı. Ve o Arnavut kaldırımı taş sokakta parmak arası tokyo terliklerimizle plastik topun peşinde düşe kalka koşardık. Dizlerimizden yara eksik olmazdı.

Okulun köşesindeki toprak alanda meşe oynama alanımızdı. Burada tüm çocuklar toplanır ya meşesine ya da sakızlardan çıkan artist ya da futbolcu kartlarına “çukur” veya “şap” oynardık. Bu oyunlarda ben çok başarılı olmasam da Ragıp çok iyiydi ve herkesi yutardık.

Derslerimizi yaptıktan sonra soluğu sokakta alırdık. Meşelerle oynadığımız oyunlar dışında eski rulmanlardan yaptığımız “bilyeli tahta arabalarla” habip bakkalın yokuşunda kayar, kiremit parçaları ile “ yedi kiremit” oynar, saklambaç, istop, yakartop, evcilik oynar, uçurtma zamanı geldiğinde kargılardan, gazete kâğıdından un ve su ile yaptığımız tutkaldan kendi uçurtmalarımızı yapar, “İngiliz Bahçesi’nde” bunları uçurur, zaman zaman kuyruklarına jilet bağlayıp birbirimizin uçurtmasının ipini kesmeye uğraşırdık.

Akşam babamın işten gelmesini dört gözle beklerdik. Babamıza hızlıca bir hoş geldin der, hemen bisikletine el koyardık. Düşe kalka o kocaman bisiklette yarım pedal bisiklete binmeyi öğrendik.

Kısacası yorgunluktan bitap düşünceye kadar doya doya oynardık. Yorgun ama mutlu çocuklardık.


* * *


O dönemde de aileler pek varlıklı değildi. Herkes kendi yağı ile kavruluyordu. Yerli malı haftalarının yapıldığı, “ yerli malı yurdun malı “ dönemiydi. Her evde buzdolabı bulunmazdı, tel dolaplar vardı. Yazın buzu hal binasındaki Talat abiden kalıp halinde alırdık. Her evde tüplü ocaklar ve fırınlar yoktu. Annelerimiz yemeklerini pompalı gaz ocaklarında yaparlardı, çamaşırlarını ve bizleri kaynattıkları sularla yıkarlardı. Öyle marka marka deterjanlarda yoktu. Bulaşık için “ Çiti ”, çamaşır için “ Hasan Atiila ve Tursil, yer temizliği için “Fay” vardı. Gaz ocağının başlığının delikleri tıkandığında ocak yanmaz ya da mavi alev yerine isli sarı bir alevle yanardı. O zaman da Habip bakkaldan aldığımız gaz ocak iğneleri ile delikleri tek tek temizlerdik.


Annem genellikle hafta sonları tepside börek ya da kurabiye yapardı. Ama yapmadan önce fırıncı Yılmaza o gün tepsi pişirip pişirmeyeceğini sorardık. Fırıncı Yılmaz kaçta getirin derse tepsiyi o saatte fırına götürür, pişince de almaya giderdik.

Pazartesi veya Perşembe çamaşır günleriydi. Bakır kazanda beyaz çamaşırlar çamaşır sodası ile kaynatılır, daha sonra deterjanla yıkanır, durulanır ve asılırdı. Çamaşır günleri en büyük kâbusumuz suların kesilmesiydi. O zamanlar rastgele sular kesilirdi ve uzun bir süre gelmezdi. İşte bu kesintiler çamaşır gününe denk gelirse evdeki yedeklenmiş sularda yetmez, bizler elimizde kova İngiliz Bahçesinin oradaki caminin çeşmesinden su taşırdık.


Okul zamanı okul kapısında sakız ya da “ Şans Talih” satardık, Pazar günleri kurulan pazarda ise testi ile su satardık. Babam genellikle Pazar günleri mesai kalıp çalıştığından Pazar alışverişini de ben yapardım. Koluma Pazar sepetini takar, elimde annemin yazdığı liste Peynirci Kadir abiden başlayıp çoğu babamın Ödemiş’ten arkadaşı olan Pazar esnafından alışverişimi yapar eve dönerdim.


Üçüncü sınıfın yaz tatilinde beni Ödemiş’e, büyükbabamların yanına gönderdiler. Orada bir ay Erdoğanlı Camii de Kuran kursuna gidecektim. Ailemden ilk ayrılığımdı. Sabahtan öğlene kadar Kuran kursuna gidiyor, öğleden sonra ya arkadaşlarımla ve dayımın çocukları ile eski istasyondaki traverslerin tepesinde oynuyor, ya dayımın dükkânına gidip ona yardım ediyor ya da çocuk parklarında salıncaklara, tahterevallilere biniyorduk. Kısacası gün çabuk geçiyordu da akşam inerken bir hüzün ve özlem kaplıyordu içimi. Bu yaşımda gün batımlarında aynı hüznü ve özlem duygusunu yaşarım.


Arasıra annemin halası olan Hamdiye Hala’ya giderdim. Kocası İsmail Enişteyi yıllar önce kaybetmiş, yalnız başına yaşayan, çocuğu olmayan ve bu yüzden bizleri çok seven pamuk gibi bir kadındı. İzmir’e geldiğinde bizleri alır Cici parka gezmeye götürür, evde olduğumuzda da çok güzel masal anlatırdı. Büyük bir evde yaşardı. Evin çit kanatlı kapısı zemini mavi badanayla boyanmış çevresine üzerine kilim atılmış tahtadan yürüyüş yolları yapılmış bir avluya açılırdı. Kapının tam karşısında hayat denilen açık salonun ortasında büyük bir masa durur, masanın üzerinde de her zaman pırıl pırıl olan “paşaçadırı” çiçeği bulunurdu. Sol tarafta geniş, dışarıya bakan pencereleri her zaman kapalı olan ve bu yüzden loş bir misafir salonu bulunurdu. Salon tamamen halı kaplı, karşı tarafta boydan boya sedir, diğer duvarda boydan boya gömme dolap, gömme dolabın önünde ve iç avluya bakan bölümde yer minderler bulunurdu. Gömme dolabın bir kapağının içi gömme banyoydu. Saat başı çanı vuran büyük bir duvar saati ve duvar halıları duvarlarda asılıydı. Salonun hemen yanından ahşap merdivenlerle üst kata çıkılırdı. Burada da iki yatak odası ve çeşit çeşit çiçeklerin bulunduğu terasa çıkan koridor yer alırdı. Anneannemler yakın bir köye düğüne gidecekleri bir akşam beni Hamdiye Halaya bırakmışlardı. Bu güzel ve büyük evde bir gece kalmış, terastaki çiçekleri sulamış, akşam ezanı vakti açan “ezan Çiçekleri”nin açılışını izlemiştim. Bu güzel evin kokusunu halen içimde hissederim.


Büyükbabam Adliyeden, başkâtiplikten emekli bembeyaz saçları olan uzun boylu ve çok sinirli birisiydi. Çok severdik ama ödümüzde kopardı. Büyük Caminin yanındaki küçücük dükkânında av malzemeleri satardı. Anneannem ufacık tefecik kulakları duymadığı için kulaklık takan sevimli bir Türk kadınıydı.

Tek kaygısı evinin işlerini aksatmamak ve büyükbabamı sinirlendirmemekti.

Karpuz zamanı her gün öğlene kadar İnönü İlkokulunun köşesinde karpuz pazarı kurulurdu. Köylüler eşeklerinin iki yanlarındaki küfelere karpuzları yüklerler ve pazara getirirlerdi. Büyükbabam her hafta oradan küfe ile karpuz alır, karpuzcu eşeği ile eve kadar getirir biz de odadaki tahta sedirin altına taşırdık. Kan kırmızı ve bal tadındaydı karpuzlar, günlerce dursa bile bozulmazdı.


Ağustos ayında annemler de geldi, özlem bitti. Babam annemi bırakıp İzmir’e döndü. Ertesi gün eve kasa kasa domates geldi. Evin bahçesinde o domatesler leğenlere doğrandı, ezildi, sıkıldı ve tepsilere yayılarak güneşlenmeye bırakıldı. Salçanın olması beklenirken hemen makarnanın ve tarhananın hamuru tutuldu. Tarhananın hamuru ekşimeye bırakılırken kuruyan makarnalar sofra tahtasının üzerinde önce şerit şerit sonra da erişte boyunda kesilip tertemiz çarşaflara serildi. Ekşiyen tarhana hamuru kurutulup ufalandı. Ve tüm bu işlemler yapılırken bizlerde ekibin bir parçasıydık. Bizlerde domatesi sıktık, makarna kestik ve tarhana ufaladık. Onbeş gün sonra babam geldiğinde kış erzaklarımız tamamlanmıştı.


İzmir’e dönüp okul hazırlıklarımızı yapmamız gerekiyordu ve 20 Ağustos’da Fuar da açılacaktı.


O yıl okula başlarken bu bina da son yılımız olduğunu bilmiyorduk. Günün birinde itfaiye iyice eskiyen okul binamızın çatı arasından bir kangal yılan çıkarınca yıkım işlemi hızlandı. Bizim okulun öğrencileri Eşrefpaşadaki Tınaztepe ilkokuluna üçüncü vardiya olarak aktarıldılar ve bizim okulumuz yıkıldı.


Birinci dönemi bitirdiğimizde babamın kurs için bir aylığına Eskişehir’e gitmesi gerekiyordu. Annemi üç çocukla İzmir’de yalnız bırakmak istemediği için Ödemiş’e Anneannemlerin yanına bıraktı. Böylece İnönü İlkokulunda da bir ay misafir öğrenci olarak okudum. İzmir’den gelmem nedeniyle oradaki öğrencilere göre hayli başarılıydım. Güzel bir bir aylık misafir öğrencilik yaşadım. Ardından babamın kursu bitince tekrar İzmir’e Gül Öğretmenime ve arkadaşlarımın yanına döndüm.


* * *



Okulun bitimiyle birlikte bizim evde bir telaş başladı. Yatak odası yenilendi, yeni karyola ve gardırop, evin misafir odasına yeni koltuk takımları alındı. Tel dolabın yerine pırıl pırıl bir buzdolabı geldi. Mutfağa banko yapıldı, bunun üzerine dört büyük bir küçük ocağı olan Mobilgaz marka tüplü ocak geldi. Misafir odasına iki adet yeni halı alındı. Ortaya güzel bir formika sehpa geldi.

Evle ilgili yenilenme bitince sıra bize geldi. Kemeraltı Çarşısından Ragıp’a ve bana aynı model şortlu takım elbise, yeni ayakkabılar, pelerin, asa, terlikler, sünnet elbiseleri, Nuray’a cicili bicili kıyafetler alındı. Bu yaz sünnet olacaktık. Sünnet zaten başlı başına korkutucu bir olaydı bir de bunu gözleri görmeyen 70 yaşında Sünnetçi Tevfik’in yapacak olması korkumuzu ikiye katlıyordu.




Kına gecesi, sünnet günü arabalarla gezmeler, oynanan harmandalılar, takılan kol saatleri altınlar, paralar Müzik hocası akordeon sanatçısı Fikri Bey'in oynattığı oyunlar derken o meş'um an geldi. Önce cicili bicili elbiseler çıkarıldı beyaz entari şeklinde sünnet kıyafetleri giydirildi. Sonra biz ağlar tepinirken kah " erkek olacaksın, erkek adam korkar mı, hiç acımayacak" sözleri arasında sünnetçi Tevfik amcanın önününe getirildik. Rahmetli Habip Bakkal kirveliğimizi yaparken ağzımıza bir parça lokum verip tekbir getirmeye başladılar.... Sadece alkışlarla birlikte bir yanma hissettim sonra kucaklarda karyoladaydım. Başucumuzda vantilatör, bir yanımda hediye oyuncaklar bir yanımda benden önce sünnet olan kardeşim Ragıp yatıyorduk

Sonra ki günler daha zor geçti. Sünnetçi Tevfik her gün pansumana geliyordu. Her pansuman bizim için kabustu. Yapışan sargı bezini çıkarması işkenceydi. O zamanlar yaralara SP3 denilen penisilin tozu serpiyorlardı bu da sargı bezinin yapışmasına, çıkarılırken de canımızın yanmasına sebep oluyordu. Üçüncü gün sünnetçi Tevfik geldiğinde kendimizi banyoya kilitledik ve ondan sonra pansumanlardan kurtulduk..


O yaz sünnet telaşı ile geçti. Ardından okul hazırlıkları başladı. Bu sene beşinci sınıf yani son sınıf oluyordum ve İlkokul bitiyordu. Beni bekleyen sıkı bir ders yılı ve ders yılı sonunda okul bitirme sınavları vardı.Matematik, Sosyal Bilgiler, Fen Bilgisi Türkçe, Beden Eğitimi ve Müzikten bitirme sınavına giriyorduk. Bir yandan Sevgili öğretmenimiz Gül Şakar tarafından sene sonu bitirme sınavına hazırlanırken bir yandan da mezuniyet töreni için rontlar, piyesler hazırlanıyordu. Ben de dans yeteneği olmadığı için Denizciler rontuna seçilememiş ve çok hoşuma giden mavi beyaz bahriyeli kıyafetini giyememiştim.

Bir yıl çabuk geçti. Yazılı ve kurul karşısındaki sınavlar başarıyla verildi. Beden Eğitimi sınavında bahçede topluca jimnastik hareketleri ardından da müzik sınavında yine bahçede topluca " Neslin Deden Ceddin Atan " mehter marşını söyleyerek mezun olduk. Artık ilkokulu bitirip diplomamızı almıştık, yeni bir dönem

başlıyordu.


* * *


O tarihlerde ilkokulda PODYA da denilen siyah önlükler giyiliyordu. Ve beyaz kolalı yakalar takıyorduk. Bir cebimizde gündelik diğer cebimizde ise temiz mendillerimiz olurdu. Artık ilkokulu bitirip ortaokula başlarken bu siyah önlük ve kolalı yakadan kurtuluyorduk ama bu kez kravat takma derdi başlıyordu.


Kaydımızı o günkü şartlar gereği bizim mezun olduğumuz okulun öğrencilerini kabul eden Kestelli Orta Okuluna yaptırdık. Yeni okulum evimize 10 dakika yürüyüş mesafesinde koruluk parkı içindeydi. Şerife Eczacıbaşı ilk okuluyla aynı bahçeyi paylaşıyordu, yeni tip bir orta okuldu.


Kayıt işleminden sonra sıra kılık kıyafete gelmişti. Takım elbise diktirtmemiz gerekiyordu. Karşı komşumuz benim de doğduğum evin sahibesi Menekşe Teyzenin oğlu Şakir iyi bir terziydi. Yıllarca Paris'te çalışmış sonra alışamayınca yurda geri dönmüştü. Ancak Şakir gece hayatına çok düşkün, geceleri bar pavyon gezen sabaha karşı eve sarhoş gelen geç vakitlere kadar uyuyan birydi. Bir sipariş verdiğinizde söz verdiği günde vermesi mümkün değildi. O yüzden babam riske girmeyip aldığımız takım elbiselik kumaşı bir sokak arkadaki Terzi Münir'e verdi. Ölçüler alında, birinci prova ikinci prova derken biraz büyükçe -en azından ortaokul bitinceye kadar idare edecek- koyu kahverengi ilk takım elbisem dikildi.

Teyzem rahmetli Şaban eniştenin bütün kravatları ile büyük, meşinden, kenarları ve köşeleri çelik takviyeli evrak çantasını da bana vermişti.

Okulların açıldığı ilk gün yeni takım elbisemi giydim, uygun bir kravat bulup taktım. Kravat bağlamayı bilmediğimiz için sanırım Metin Abiye bağlatmıştım.Kravatı çözmeden dikkatlice gevşeterek boynumdan çıkarıyordum yine dikkatlice takıyordum.

İlk gün okula tek başıma gittim. Ben mi öyle istedim; hadi babam çalışıyordu annemin de işi vardı o yüzden zorunlu olarak mı yalnız gittim hatırlamıyorum. Ama artık sonuçta ilkokulu bitirmiş delikanlı olmuştuk, büyümüştük. Okul bahçesinde yerlere yazılı yazılardan sınıfımı bulup sıraya girdim ve ilk tanıştığım arkadaşım Mustafa oldu.


Mustafa ile yıllar sürecek bir dostluğumuz böyle başladı. Babası rahmetli Aziz Amca ve annesi Hidayet Teyze annem babam gibiydiler. Halen görüştüğümüz Sevgül Abla da gerçek bir ablaydı. Topaltı semtinde iki odadan oluşan bahçeli mütevazi müstakil bir evde oturuyorlardı. Orta okul yıllarında günün çoğunu ders çalışma bahanesiyle orada geçirirdim. Mustafa bir ara - birici sınıfta mıydı ikinci sınıfta mıydı hatırlamıyorum - çok ciddi ateşli bir hastalık geçirdi. Okula yaklaşık kırk beş gün kadar ara verdi, günlerce hastanede yattı. Eve çıktığında ise bütün saçları dökülmüştü. O dönemde de arkadaşlığımız aksamadı ben mümkün olduğunca ziyaret edip okulda öğrendiklerimizi, işlediğimiz dersleri aktarıyordum.

Mustafa ile yollarımız önce ortaokul bitince ayrıldı. Ben babamın çok arzu ettiği Atatürk Lisesine yazılırken Mustafa daha mütevazi ve iddiasız Eşrefpaşa lisesine yazılmıştı. Lise bitiminde üniversiteye yazıldığımız da tekrar biraraya geldik. Bu kez yakın arkadaşlığımız her ikimiz de evleninceye kadar sürdü önceleri tüm gençlik arkadaşları ailecek görüşüyorduk, gece oturmalarına, hafta sonları birlikte pikniklere gidiyorduk. Sonra aniden nedenini halen bilmediğim bir şekilde Mustafa'nın eşi - ki O da gençlik arkadaşımızdı, Mustafa'nın çocukluk aşkıydı - kapris yaptı ve bizlere tavır aldı. Mustafa ile bunu konuştuğumuzda nedenini izah edemese bile Mukadder'in görüşmek istemediğini ve gerekirse erkek erkeğe görüşmemizi önerdi. Tabi ki bu durum yürümedi, sonuçta hepimiz aile olmuştuk ve hep birlikte görüşüyorduk. Mustafa ile ilişkilerimiz yavaş yavaş soğumaya başladı zamanla da koptu. Artık sadece cenazelerde ya da ortak tanıdıklarımızın evlilik vb törenlerinde görüşüyorduk. Bir kadının kaprisi yılların arkadaşlığını ve dostluğunu bitirmişti. Bu olaya da en çok üzülen ve o sıralarda kalın barsak kanseri ile mücadele eden Aziz Amca üzülmüştü gelinini ve Mustafa'yı affetmiyordu. Son günlerinde bana vasiyeti ne olursa olsun Mustafa'yı bırakmayın olmuştu. O'nun vasiyetine uyup sevgili arkadaşımı yıllarca uzaktan takip ettim.


Neyse biz dönelim tekrar orta okul yıllarına. Bu okula kaydolmak ve buradaki öğretmenlerle yetişmek benim için büyük bir şans oldu. Kimliğimi, kişiliğimi geliştirecek beni hayata hazırlayacak bir çok olumlu özelliği burada kazandım. Matematik öğretmenim Nuran VARİLSÜHA, Türkçe öğretmenlerim Filiz MELTEM ve Çiçek ŞENGEZER, İngilizce öğretmenim Mümtaz BAŞ, Sosyal Bilgiler ve zaman zaman da Beden Eğitimi öğretmenim İdris ÖZGÜR derslerin dışında bize aktardıkları ile bizi hayata hazırladılar, iyi, aydın, düşünen, sorgulayan, çevreye saygılı, okumayı seven bireyler olmamızı sağladılar.







Sevgili Filiz MELTEM ve sınıf arkadaşlarım ( Sağ başta ceketli olan Tuğrul )


İlk okulda ki çocukluk aşkını bir kenara bırakacak olursak ilk gençlik aşkını da bu yıllarda yaşadım. Aygül'e aşıktım ama söyleyemiyordum. Sürekli birlikte dolaşıyor, İngiliz yokuşundaki halk kütüphanesine gidiyor birlikte ders çalışıyor ama açılamıyordum. Yine kütüphaneye gideceğimiz bir gün, önceden yazdığım mektubu kütüphanede çıkardığı paltosunun cebine koydum. Ben heyecanla cevap beklerken Aygül her gün biraz daha uzaklaştı. Sonradan öğrendim ki Aygül de Namık Kemal Lisesinden bir çocuğa aşıkmış. Böylece ilk platonik aşkım başlamadan bitti.







Ahmet KIZILAY, Filiz MELTEM, Mustafa ÖGETTİN ve ben


Sınıftaki tek aşk benimki değildi tabii.Tuğrul isminde yakışıklı bir arkadaşımız ve Kezban isminde çok güzel bir kız arkadaşımız vardı. Ve bu Tuğrul, Kezban'a kara sevdalı idi. Bu sevdayı da öğretmenler dahil herkes biliyordu. Ama ne yazık ki Tuğrul'un sevdası da karşılıksızdı. Çocuk yemekten içmekten kesilmiş, dersleri kötüye gidiyor; O, aşkından ve Kezban'ın evinin çevresinde dolaşmaktan vazgeçmiyordu. Sonunda hem Türkçe öğretmenimiz hem de sınıf öğretmenimiz Filiz MELTEM dayanamadı duruma el koydu.Bir gün sınıfa elinde makasla geldi, Tuğrul'u tahtaya kaldırdı ve Tuğrul'un o güzelim saçlarını makasla bir yol açacak şekilde kesti. Ardından bize aşkla, sevdayla, kız erkek arkadaşlığı ile ilk hayat dersimizi verdi. Sonuçta da " Ne benim gibi geç kalın ne de Tuğrul gibi erken davranın, her şeyi zamanında yaşayın " diye kendini de ortaya koyarak konuyu bağladı. Tuğrul ertesi gün tıraş oldu, saçları üç numara kesilmişti, bir süre daha dalgın dalgın dolaştı ama saçları yeniden uzayıncaya kadar bu ilk travmayı atlattı.


Doğaldır ki sadece yaşanamayan ya da platonik yaşanan aşklar yoktu ortaokul yıllarında. Eğitim ve öğretimde tam gaz gidiyordu. Filiz Öğretmenin şubat tatiline girerken verdiği elli kitaplık listeden HEMİNGWAY'in " İhtiyar balıkçı" sını ve Yakup Kadri' nin "Yaban" ını okudum. Babamın Sümerbank Kütüphanesinden getirdiği Jules Verne romanları dışında okuduğum ilk edebi kitaplardı.

İngilizce Öğretmenimiz Mümtaz BAŞ'ın yazdığı İngilizce yardımcı ders kitapları için biz de yardımcı oluyorduk. Öğretmenimizin matbaadan gelen fasiküllerde yaptığı düzeltmelerden sonra fasikülleri tekrar matbaaya götürüyorduk. Bu getir götür işlerinin sonunda, öğretmenimizin kitabı çıktığında pırıl pırıl lacivert mavi kapağı ile albenili bir İngilizce yardımcı kitabımız oldu. Bu ilk kitabı Passive Voice ve İndirect Speech adlı iki İngilizce yardımcı kitabı daha izledi.




Stajyer matemetik öğretmenimiz ve gönüllü matematik kursiyerleri. ( Mustafa uzun süren hastalık dönemi sonrası saçları yeni yeni çıkıyor.)


Fen derslerimizde hem teorik hem deneylerle devam ediyordu ama bu deney çalışmaları benim için kabusa dönüyordu. Kimyasal reaksiyonları işlediğimiz bir konuda öğretmenimiz yangın söndürücü yapma ödevi vermişti. Bir serum şişesinin içine sülfirik asit küçük bir şişeye de başka bir kimyasal madde koyuyorduk bu iki kimyasal madde birleşince serum şişesinin ağzına taktığımız hortumdan karbondioksit çıkması gerekiyordu. Bizce her şeyi kuralına uygun yapmamıza rağmen iki kimyasal karışınca hızlı bir reaksiyon oldu ve şişe patladı. Sıçrayan asitli karışım benim tek kahverengi takım elbisemin boyasının atmasına ve lekelenmesine neden oldu. Okul bitinceye kadar mecburen o takım elbise ile idare ettim.


İkinci bir kaza ise telgraf deneyini yaparken meydana geldi. Mustafaların evinde Tahta, elektrik telleri ve zımbalı dosya telinden telgraf düzeneğimizi yaptık. Sıra elektrik akımını vermeye ve cihazı çalıştırmaya gelmişti. Normalde yassı pille (4,5 V) yapmamız gerekiyordu ama bizim pilimiz olmadığı için Mustafaların gece lambasını çalıştıran transistörden akım verdik. Yine bir patlama oldu bu kez gözlük camlarımın ortasında toplu iğne başı büyüklüğünde hasar meydana geldi. Gözlük olmasaydı sanırım o hazar gözümde meydana gelecekti.


Zaman zaman durağan zaman zaman hareketli bir üç yılın sonunda yine bitirme sınavlarına girerek Orta Okuldan başarı ile mezun oldum.


* * *


Ailem gezmeyi , yürüyüşü seven bir aileydi. İlkyazla birlikte akşamüstüleri ya da hafta sonları ailecek yürüyüşe çıkardık. Bu bazen Hatay tarafına Hakimevlerine doğru olur, o zamanlar son nokta olan Amerikan Konsolosluğunun ikametgahı üzerinden güneşin batışını izler geri dönerdik bazen de özellikle hafta sonları Troleybüsle Montrö Meydanına iner oradan Atatürk Lisesinin yanından Lozan Meydanına kadar yürür, sola önerek Kordon'a çıkardık. Deniz Kenarında Pasaportta bir akşam çayı içer yine aynı yolla geri dönerdik. Bu gezintilerde Atatürk Lisesinin duvarı boyunca yürürken babam bir gün mutlaka bu okulda okumamız gerektiğini bunun için çok çalışmamız gerektiğini hatırlatırdı. Gerçekten de çok etkileyici bir okuldu. İzmir'in sayılı okullarından biriydi. Bu okulda okumak ve oradan mezun olmak başlı başına bir prestijdi ve üniversitede başarı garantiydi.


O yıllarda okullar ikametgaha göre öğrenci alıyorlardı. Bu durumda benim Atatürk Lisesine kaydımı yaptırmam imkansız gibiydi. Ama babam azmetmişti. Kayıt zamanı geldiğinde evraklarımızı tamamlayıp Atatürk Lisesinin yolunu tuttuk. Tahmin ettiğimiz gibi kayıt masasında reddedildik. Ama babam azmetmişti bir kez. Önce kayıtlardan sorumlu müdür yardımcısına çıktık, babam uzun uzun oğlunu neden o okula yazdırmak istediğini anlattı. Ama Müdür yardımcısı direniyordu. Sonunda babamın bu kadar ısrarına dayanamadı, kendi de sorumluluk almak istemediği için bizi beraberinde okul müdürüne götürdü. Okul Müdürü Ali Kemal GÖRGÜLÜ'ydü. Daha sonra kaydımı yaptırıp okula başlayınca da göreceğimiz gibi çok sert ve disiplinli biriydi. Ben o yaşımda böyle büyük gösterişli bir salona girince zaten ezilmiştim bir de sert bakışlı müdürü görünce tüm ümidim kaybolmuştu. Ama babam yılmadı biraz önce müdür yardımcısına anlattıklarını tekrar tekrar yineledi. Sonunda azmin gücü o sert bakışlı otoriter Ali Kemal GÖRGÜLÜ'yü bile etkilemişti. Bir yerden zırh çatlamıştı ama hemen teslim olmak istemiyordu. Bana kendi etrafımda şöyle bir dönmemi söyledi. Bir bahane bulmak içindi sanırım " - Saçları uzun bir traş ettirin gelin " dedi. Hemen en yakın berbere gittik, bir güzel Amerikan traşı olup tekrar geldik Ali Kemal müdürün karşısına. Bize bir kağıt imzalayıp kayıt masasına gönderdi ve kaydımız yapıldı. Babam azmederek istediğini başarmıştı ve çok mutluydu artık bana düşen, babamın kaydımı yaptırmak için verdiği çabayı boşa çıkarmamaktı.


Artık ATATÜRK LİSELİ'ydim. O yıllarda ( halen de öyle ) İzmir Atatürk Lisesi İzmir'in en değerli ve en başarılı lisesiydi. Buradan mezun olanlar üniversitelerde iyi bir yere yerleşiyor ve ileri ki yaşamlarında çok başarılı oluyorlardı. Bugüne kadar bir çok bakan, vali, üniversite hocaları, konularında dünyaca ünlü hekimler, hakimler çıkarmıştı. Sadece eğitim alanında değil sportif alanda da çok başarılıydı. Atletizmden yüzmeye basketboldan futbola bir çok spor dalında yurt içi ve yurt dışında başarıya ulaşmış sporcu yetiştirmişti. Ve İzmir Atatürk Lisesi mezunu olmak bir gurur kaynağıydı.


Okulumuz Müdürümüz Ali Kemal GÖRGÜLÜ tarafından çok sıkı bir disiplinle yönetiliyordu. Hepimiz ondan çok çekiniyorduk. Ders zamanlarında okulu dolaşır, sınıf kapılarındaki gözetleme camından sınıfları izlerdi. Bir kaç kez dersin son beş on dakikasında dersi kaynatmaya çalışırken baskın yemiştik. Çok kaliteli, işini gerçekten seven bir öğretmen kadrosu vardı. Mesleğe yıllarını vermiş deneyimli ve ünlü hocalarla birlikte mesleğinin ilk yıllarında olan öğretmenlerden oluşan bir öğretmen kadrosu vardı. Bu genç sayılacak öğretmenlerimiz bile tecrübeli öğretmenlerimize saygıda kusur etmezdi. Okulda saygı ve sevgiye dayanan hiyerarşik bir düzen vardı.


1 - D. ilk sınıfım. Okulun merkez binasından ayrı ve yeni yapılan Rıdvan Nafiz paviyonundaydı. Birbiriyle çok iyi anlaşan bir sınıf olmuştuk. Çok iyi bir arkadaşlığımız vardı.Hepimiz başarılı olmaya odaklanmıştık ama içimizde Yavuz YAMAN gibi, Alp ALAYUNT gibi arkadaşlarımız sınıfa fark atıyordu. Ama onları hiç kıskanmazdık ve onlarla gurur duyardık.


Gelelim öğretmenlerimize... Üzerimizde emeği olan öğretmenlerimiz sayıca çok olsa da bazı isimler yaşamımıza damga vuran ve anıları izleri kalanlar oldu. Başta Müdürümüz Ali Kemal GÖRGÜLÜ. Okulun lideriydi. Çok disiplinli, asla taviz vermeyen, iyi bir eğitimci iyi bir matematikçiydi. Eşi Halide GÖRGÜLÜ de en az onun kadar iyi bir eğitimci ve rehber öğretmendi. Fen Bilgisi dersimize Ayhan GÜRBÜZ girerdi. Kısa boylu, kıvırcık kısa saçlı, ufak tefek badem bıyıklı biriydi. Sürekli beyaz önlükle gezerdi. Sanırım badem bıyıklarından dolayı lakabı " Müftü " ydü. İyi bir öğretmenimizdi ve laboratuvar çalışmalarına çok önem verirdi. Matematik dersimize genç bir öğretmenimiz Zuhal GILOVA giriyordu. Vasat sayılabilecek bir öğretmenimizdi, üzerimizde çok fazla bir izi kalmamıştı. ELEPHANT İngilizce öğretmenimizdi. Bazı öğretmenlerimizin lakapları adlarından daha kalıcı oluyordu. Örneğin edebiyat öğretmenimiz CANBABA'nın gerçek ismini mezun olduktan sonra öğrenmiştim. Elephant'ta öyleydi. Çok miri yarı bir kadındı. Bu yüzden Elephan'tı lakabı. Bu iri yarı cüssesine rağmen sınıfta otoriteyi sağlamakta zorluk çekerdi. Sınıfta İngilizce konuşmaya çalışırdı. Çok kızdırdığımız zamanlar - bu genellikle sık olurdu - " That's enough " diye bağırırdı. Şimdi geriye dönüp baktığımda değerini bilememişiz diye düşünüyorum. Levent KARABULUT bize Bornova Maarif Kolejinin ( şimdiki Bornova Anadolu Lisesi ) ortaokul bölümümden gelen bir arkadaşımızdı. Dolayısı ile İngilizce'si çok iyiydi. Bu yüzden Elephant'ın derslerinde onun yardımcısı gibiydi ve çok rahat ederdi.

Bir başka anılarıma yerleşen öğretmenimiz de Fizikçimiz İsmail Hakkı DOLU'ydu. O nunda lakabı " BAKKAL" dı. Kısa boylu, gür bıyıklı ve üzerine büyük gelen salaş bir önlükle derslere giren bir öğretmenimizdi. Sanırım bu önlük yüzünden lakabı Bakkal'dı. En belelı dersimizdi PSSC Fiziği. Bir tek Yavuz anlardı. Bizler bir konunun üzerinden iki üç konu geçtikten sonra ve haliyle yazılı da kırık not aldıktan sonra anlardık geçmiş konuyu. Bu yüzden de o yıl hayatımda ilk defa bütünlemeye kaldığım derslerden biriydi Fizik.


Freud, Selahattin GÖKTEPE.. Ahlak dersi öğretmenimizdi. Pırıl pırıl takım elbisesi ve papyonu ile bir ekoldü. Psikoloji derslerin ede girerdi. Saçları her daim biryantinli, çok güzel bir İstanbul Türkçesi konuşan bir İstanbul Beyefendisiydi. Ceketinin iç cepleri devasa büyüklükteydi sanki. Sağ elini sol iç cebine atar, kocaman not defterini ve dolmakalemini çıkarır, sözlüye başlardı. Derste sıkıntı basıp uykusu gelip elini çenesine dayayarak kestiren arkadaşları kibarca uyarırdı: - Oğlum elini çenenden çek moraracak sonra annen ne oldu diye merak edecek...


Bir diğer şahsı nev-ine münhasır öğretmenimiz de Coğrafya öğretmenimiz Necmettin BAYÇELEBİ idi. İnce uzun fiziği uzun ve köprülü burnu nedeniyle lakabı " LAZ " dı. Çok sinirli biriydi. Ders sırasında sıraların arasında dolaşırken konuşan, gülüşen öğrenciye aniden elinin tersi ile tokadı yapıştırırdı. Ama bu tavrı bile bir gün okula giyip geldiği iki renkli, sivri burunlu ayakkabılarını bir ders boyunca makaraya almamıza engel olamadı. Bir de anılarda kalan bir sözlü sorusu var Necmettin Hocadan. Sözlüye kaldırdığı bir arkadaşımıza Coğrafya kitabındaki Andromeda Nebulasının fotoğrafının alt yazısını kapayarak, bu nedir?, diye sorması.


CANBABA; lise ikinci sınıftaki Edebiyat öğretmenimiz. Yılların hocası, tonton yaşlı bir öğretmenimiz. Bana edebiyatı sevdiren öğretmenlerimden biri. Dersi hiç bir zaman not korkusu ile ders olarak işlkemedi. Yaşamın bir parçası gibi işledi. Asla tahtaya çekip sözlü yapmazdı. Ders anlatırken sınıfa bir soru sorar bilene + verirdi bu + lar üç tane oldumu sözlü notu olarak Dokuz alırdınız. Bu yöntemle öğrenciyi hem derste diri tutar hem de dersin interaltif olmasını sağlardı. Gerçek ismini okuldan mezun olduktan çok sonra öğrendi. Ömer Faruk NİŞLİ.


Deren ALTAN, lise ikinci sınıftaki İngilizce öğretmenimiz. Genç nesilden oldukça güzel zarif bir kadındı. İngilizce derslerinde dersleri dinlemekten çok O'nu izlemekle geçirirdik. O nu biraz daha fazla görebilmek için teneffüs zili çaldıktan sonra bile soracak sorularımız olurdu. Genç ergenler hepimiz aşıktık O'na.


ŞAŞI, Müdür yardımcımız coğrafya öğretmeni Celal Bey. Lise ikinci yılı bitirdiğimiz öğretim yılının son haftasıydı. Yatılılar memleketlerine gitmişlerdi. Derslerin çoğu boş geçiyordu. Ve bu boş derslerde okulun Fen sınıfları içinde en haylaz sınıfı olan 2 Fen D olarak ortalığı yıkıyorduk. Gürültünün dozu arttığı zaman Müdür Yardımcımız Celal Bey elinde 50 cm'lik cetveliyle kapıda gözükür, biraz azar, biraz tehdit, biraz da nasihatla sınıfı sakinleştirdi. Yine böyle boş derslerden birinde kalan az sayıdaki biz gündüzlü öğrenciler iki guruba bölünmüş Metin'in getirdiği porno dergilere dalmışız. Kapıya diktiğimiz nöbetçi de nefsine yenilmiş nöbet yerini terkedip dergilere dalmış. Ders boş, normalde ortalığı yıkan haylaz sınıftan çıt çıkmıyor, haliyle dersin boş olduğunu bilen Celal Bey'in dikkatini çekmiş ve sessizce sınıfa gelmiş. Biz o kadar dalmışız ki dergilere geldiğini duymamışız bile. Haliyle basıldık. Celal Bey önce dergilere el koydu, sonra sigara araması yaptı, yağdı, esti gürledi. Ama okulun son günleri olması nedeniyle bizi disipline vermeyeceğini söyleyerek dergileri aldı gitti. Biz dergileri kaptırmıştık ama en azından disipline verilmekten kurtulmuştuk. Bir söylentiye göre Celal Hoca dergilere el koyduktan sonra odasına kapanmış...


Birgül CİRİK; bir diğer edebiyat öğretmenim. Bana edebiyatı sevdiren, yazmayı sevdiren kompoziyona verdiği önemle hem ödev olarak hem sınav olarak yazdırdığı kompozisyonlarla kendimizi doğru ve anlaşılır şekilde ifade etme becerisini kazandıran öğretmenim. Edebiyatın yanısıra laikliği öğretirken makamında okunan bir ezandan alınacak hazzın yüceliğini de vurgulayan bir eğitimciydi.


Ve Nedime ENGİNSU; okul dışında görseniz tonton bir anneanne sanacağınız ama sınıfa girince öğretmen masasının köşesine yerleşip " Efendiler..." diye derse başlayan Atatürk'e hayran bir Cumhuriyet öğretmeniydi. Mükemmel bir insan, mükemmel bir öğretmendi. Atatürk'ü biz onunla bir kez daha tanıdık bir kez daha sevdik.. Yakın tarihimizi onunla bir kez daha anlama anlamlandırma olanağı bulduk.


MUZO, karizmatik Beden Eğitimi öğretmenimiz Muzaffer ANGÜN. Her pazartesi haftayı onun gür sesi ile açar her cuma günü onun gür sesi ile kapatırdık. İstaklal marşı ve okul marşımızı söylemeye hazırlanırken " rahat, hazırol " komutlarından sonra " Hançereleriniz yırtılırcasına " söylememizi isterdi.


Bu bizim dersimize giren bizler de iz bırakan öğretmenlerimizin dışında Kimya öğretmenimiz Meral Öğretmen gibi işini hakkıyla yapan ama çok fazla karizmatik olmayan iyi niyetli öğretmenlerimiz de anmak isterim.


Bu saydığım öğretmenlerimiz dışında bizim derslerimize girmeyen ama okulumuzda ve eğitim camiasında efsane hocalarımız vardı. Edebiyatçı ŞAİR lakaplı Nahit Ulvi AKGÜN, Matematikçi Saffet ULUSOY, Dürdane Hanım, Müzik Öğretmeni KIZ Çetin vb..

* * *

1975 yılının yağmurlu bir Ekim sabahı. Sabah karabulutların eşliğinde ilk kez üniversiteye adım atmışız. 1000 kişilik MÖTBE amfisi tıklım tıklım dolu. Dışarıda gök delindi sanki; gök gürültüsüyle oturduğumuz sıralar sarsılıyor. Sahnede – kürsü değildi bayağı bildiğimiz sahneydi- Tepegözün başındaki koltukta oturan Prof. Dr. Emin DİKMAN Organik Kimyanın ilk dersini veriyor. Birden dışarıdaki gök gürültüsünü bastıran bir sesle amfinin büyük ahşap kapısı tekmelerle yumruklarla ve marşlarla patlarcasına açılıyor.
“ Türkiye dağlarında çiçekler açar,
Devrimci Halk Ordusu ateşler saçar…”
Parkalı bir gurup amfiye ve sahneye el koyuyor. İnatla dersini anlatmaya devam eden Emin hoca dört kişi tarafında koltuğu ile birlikte amfi dışına alınıyor. Elektrikler kesiliyor. Çakmak alevinin ışığında gür sesli yeşil parkalı biri haykırıyor.
“ – Arkadaşlar…

Yıl 1975 Ahval-i şerait:
EÜ Tıp Fakültesi İGD’nin hâkimiyetinde Ülkücüler tutunmaya çalışıyor,
Anatomi kürsüsü ve baraka yemekhanenin bulunduğu Küçük Kampus Halkın Sesi- Aydınlıkçıların kontrolünde,
EÜ Büyük Kampus Halkın Kurtuluşu ve Halkın Yolu kontrolünde,
Bornova Merkez Ülkücülerin kontrolünde,
Buca Eğitim Enstitüsünün bulunduğu Buca Ülkücülerin kontrolünde

* * *

1976 kışının soğuk bir akşamı. Kampus içindeki yabancı diller okulunda İngilizce dersindeyiz. Dersin ortasında aniden kapı açılıyor. İçeri giren parkalı arkadaşlar nefes nefese,
“ Bornova Ülkü Ocakları Başkanı vuruldu. Bornova merkeze çıkmayın. Gurup halinde hareket edin “ diyerek uyarıyorlar. Gecenin karanlığında Hastaneye yürümeye de cesaret edemiyoruz. Kuzeye doğru yürüyüp Ankara asfaltına çıkıyoruz, otostop yapıyoruz. Duran bir kamyonetin kasasında gübreler içinde sarıkızla birlikte İzmir’e gelebiliyoruz.

Yıl 1976 Ahval-i şerait
Ülkü Ocakları Başkanının ölümü ve sağ görüşlü askeri öğrencilerin Tıp Fakültesinden kovulmasıyla Bornova merkez ve Tıp Fakültesindeki Ülkücü etkinliği sona eriyor. Artık Bornova Merkeze ve boykot olduğu günlerde Bornova büyük parktaki Kız Kahvesine rahat rahat çıkıp okey oynayabiliyoruz.

* * *
1977 yılının 1 Mayıs’ı.
Taksim Meydanında kızıl karanfiller açmış. Tıp Fakültesi bodrum kattaki Histoloji Laboratuarının önü. Tok sesli bir konuşmacı gür sesiyle katliamı lanetliyor
Tıp Fakültesinde İGD nin hâkimiyeti bitiyor. İkiye bölünen DEV – GENÇ’İN Dev- Yol fraksiyonu egemenliğini kuruyor.

* * *
1980 yılının 12 Eylül sonrası.
Amfilerin kapısında tanımadığımız tipler duruyor. Herkes tedirgin.
“… Gürcan'ı da almışlar…”
Tüm yurtta olduğu gibi Ege Üniversitesinde de hakimiyet 12 Eylül'cülerde.


* * *






ZORUNLU HİZMET: KARS

1. Bölüm
Savruk uçuşlu kırlangıçlar gibi dağıldık dört bir yana...

- Mujjjjjj, Mujjjjjj....Bulaaaanıkkkkkk... Hah hahhaaaaaaaa... Mujjjjjj.
Ağustos ayının on ikisinin gecesinde, yaz serinliğindeki Ankara'nın Sakarya caddesi sarhoş bir genç kadının kahkahaları ile çınlıyor.
Daha bir gece önceydi. Yine serin bir  Ankara gecesinde, yine Sakarya Caddesindeki bir pubda, Şeytanın İninde oturmuş, keyifle biralarımızı yudumluyorduk. Henüz umut doluyduk... Fakülteden mezun olmuş, 12 Eylül yönetiminin getirdiği "Zorunlu Hizmet " yasasının kurbanı olan ikinci kuşak olarak kur'amızı çekmeye gelmiştik. Her birimiz farklı zamanda ve farklı yollardan gelsek de,
Ankara'nın merkezi Kızılay'da buluşmuştuk. Sonrada Sakarya Caddesinde Şeytan'ın İni'nde oturmuş, saç kavurmamızı söylemiş biralarımızı yudumluyorduk. Söyledim ya, henüz umutlarımız vardı, az da olsa... Bir ihtimal iyi bir yer çekebilirdik. Oysa bugün kaderimizle yüzleşmiştik. Sıhhiyedeki Sağlık
Bakanlığı binasının konferans salonu tıklım tıklım doluydu. Heyecanı, korkuyu, umudu hissetmemek
mümkün değildi. Yüreğimizin bir köşesi korkuyla sıkışırken diğer köşesi umudunu sürdürüyordu. Ama umutlarımız uzun sürmedi. Her birimiz Anadolu'nun, daha doğrusu Orta ve Doğu Anadolu'nun ücra köşelerine savrulmuştuk. Benim payıma da Kars İli, Susuz İlçesi, Yolboyu Köyü Sağlık Ocağı düşmüştü. Kurayı çekip kaderimin yazılı olduğu küçük kağıt parçasını mübaşire uzattım. Mübaşir anons ederken Tarsus, Yolboyu Köyü Sağlık Ocağı anlamıştım. Kağıdı tekrar elime verdiğinde
kısa süreli sevincim uçup gitmişti. Tarsus diye anladığım Kars Susuz'du.
Kur'a akşamı yine Sakarya caddesinde toplandık. Bu kez umudun yerinde büyük bir hayal kırıklığı, hüzün vardı. Bu akşam bira kesmezdi bizi. Daha sert bir şey gerekliydi, Rakı söylendi. Kadehler ardı ardına boşalıp hüzünle birleşince çakırkeyiflikten alkollüye geçmek uzun sürmedi. İlkin Fügen'in kahkahaları çınlattı Sakarya Caddesini...
- Mujjjjjj, Mujjjjjj....Bulaaaanıkkkkkk... Hah hah haaaaaaaa... Mujjjjjj.

Kısa süren sarhoş kahkahaların yerini hıçkırıklar aldı. Fügen kah kahkalarla gülüyor kah hıçkırıklarla ağlıyordu. Muş Bulanık İlçesini çekmişti. Savruk uçuşlu kırlangıçlar gibi dağılmıştık dört bir yana..
Geceyi nasıl bitirdik, Fikret ile birlikte ODTÜ'de okuyan arkadaşım Melih'in evine nasıl geldik hiç hatırlamıyorum. Uyandığımda başım çatlıyordu. Soğuk bir duş aldım. Hiç iştahım olmasa da kahvaltılık bir şeyler almak için dışarı çıktım. Sabah serinliği iyi geldi ama ara ara çalan araba kornalarının sesi beynimin içinde yankılanıyordu. İki simit, poğaça biraz peynir alıp eve döndüm. Çayı koymadan Fikret'e seslendim.
- Şanslı Doktor, hadi uyan bakalım.
Fikret içimizde şanslı olanlardandı. Tokat'ın Zile ilçesini çekmişti. Suyun kaynamasıyla çayı demledim. Çay demini alırken ben de kahvaltı masasını hazırladım. Kahvaltı sonrası İzmir otobüsüne yetişmek için evden çıktık, hiç konuşmadan otogara kadar yürüdük Fikret ne düşünüyordu bilmem ama İzmir'e dönünce yalnızca benim ailem değil nişanlım ve onun ailesi beni
bekliyordu heyecanla. Gerçi kur'a sonrası hemen Telefonla aramış haber vermiştim ama uzun uzun
konuşma şansımız olmamıştı.

2. Bölüm
BİLİNMEZE YOLCULUK

Gecenin 02' sinde Yozgat Akdağmadeni yakınlarında bir dinlenme tesisinde oturmuş çayımızı bekliyoruz gözlerimiz uykulu bedenimiz yorgun. Dört günlük eşimden, annemden, kardeşlerimden, eşimin yakınlarından gözyaşlarını geride bırakarak ayrılalı 13 saat olmuş. İki valiz bir denkle saat 13.30 da Serhat Kars otobüsüne binmiş, Ankara'ya gelmeden stres ve ayrılık acısı yüzünden rahatsızlanmış, bir elma dışında bir şey yemeden babamla birlikte Kars'a doğru mecburi yolculuğumuza devam ediyoruz. Akdağmadeni batı kültürünün doğu kültürüne geçiş yaptığı nokta. Artık çayın yanında bildiğimiz kesme şekeri değil tebeşir boyutunda, kendine özgü makasla küçük parçalara ayrılmış kıtlama şekeri getiriliyor tas içinde. Çay ve ihtiyaç molasından sonra yola devam. Eski model, inleyerek giden otobüsümüzde yoğun bir sigara dumanı yanında her türlü koku mevcut. Şoförümüzün teybinde
kısık sesle Murat ÇOBANOĞLU kaseti çalıyor. Artık müzik te değişti, Kars bölgesine ait aşık kasetlerini dinliyoruz. Uyuya uyana Sivas Kızıldağ geçidini ve Sakaltutan
geçidini geçiyoruz. Sabahın erken saatlerinde Erzurum'dayız. Henüz Eylül ayının sonları olmasına
rağmen Erzurum'da kar ve buz var.
Babam;
- Hadi inelim, elimizi yüzümüzü yıkayıp kendimize gelelim. Sonra da güzel bir kahvaltı yapalım.
Dün gün boyunca bir adet elmadan başka bir şey yemediğim için midem kazınıyordu. Karın ağrısı düne
göre iyice hafiflemişti, bulantım da geçmişti Garajın kafeteryasında sabah kahvaltımızı yapıyoruz, bir Gün öncesine göre biraz daha iyiyim. Yeni yolcularımızı da alıp yola devam ediyoruz, Horasan, Pasinler, Çobandede Köprüsü, Karakurt ( Iğdır yol ayrımı ), Sarıkamış, Selim derken akşamüzeri saatlerinde Kars'avarıyoruz.
Kalenin eteğinde ufacık bir köy garajı. Valizlerimizi ve dengimizi alıp garajın hemen çıkışındaki Yılmaz Otele yerleşiyoruz. Bugün artık mesai bitiyor, Sağlık Müdürlüğündeki işlemleri yarına bırakıyoruz.. Garajın çevresini şöyle bir dolaşıp akşam yemeği için bir yer arıyoruz. Akşam yemeğini yiyip, hava kararınca doğru otele. 36 saat süren yol yorgunluğu ağır basıyor. Sabah Sağlık Müdürlüğüne gittiğimizde bizim gibi son kura çekiminde Kars'ı çeken arkadaşlarımızla karşılaşıyoruz. Sağlık Müdürlüğü yeni atamalar nedeniyle oldukça kalabalık. Göksel Pala ile karşılaşıyorum. O da benim gibi Susuz'a bağlı bir köy Ortalar sağlık ocağını çekmiş, Aykan ÇELİKEL de burada, O da Göle'nin bir köy
sağlık ocağı. Orhan'la ( Galiba Orhan CAN'dı) karşılaşıyoruz; alı al moru mor bir şekilde. O bizden
birkaç gün önce gelmiş işlemlerini yaptırmış Iğdır'ın Sıçanlı Köyü Sağlık Ocağına gitmiş. Köyde su yok, elektrik yok, sağlık ocağının lojmanı virane, köye ulaşım sadece bir traktörle sağlanıyormuş. Gittiğini ertesi günü traktörle anayola inip istifa etmek için Kars'a gelmiş. Güç
bela bir çözüm bulunabileceğine ikna edip istifadan
vazgeçiriyoruz. Kalabalık nedeniyle bizim de işlemlerimiz
akşamüzerine sarkıyor, saat üç gibi Susuz
Kaymakamlığına yazılmış içinde işe başlama yazım olan
sarı zarfı alıp Sağlık müdürlüğünden ayrılıyoruz.
Eşyalarımızı otelde bırakıp otelin yakınlarında bir yerden
kalkan Susuz minibüsünü buluyoruz.Ford minibüsün
şoför mahalline üç kişi sığışıyoruz, vites kolu benim iki
bacağımın arasında. Düz bir ova yolunda ( daha doğrusu
yayla ) 28 km yolumuz var. Kars çayı üzerinde bir
köprüyü geçip dik bir rampadan aşağı sallanıyoruz.
Burası Mezra köyünün yakınında Arpaçay / Susuz / Göle
/ Kars ayrımının olduğu dört yol ağzı. Susuz'a doğru
devam ediyoruz. Hafif rampalarla kavak ağaçları ile
yemyeşil olan vadiye iniyoruz. İlçeye girişin sağında
Kazım Karabekir Öğretmen Lisesi ( eski Cılavuz Köy
Enstitüsü ) solda Petrol Ofisi, Liseyi geçince Kaymakamlık
binası.
Doğru Kaymakam Beyin makamına çıkıyoruz. Kaymakam
Mehmet Ali Bey bizi sıcak bir şekilde karşılıyor.
Zile basıp özel kalem müdürünü çağırıyor. Kapıyı tıklatıp
içeri giren Özel Kalemine beni tanıştırıyor ve getirdiğim
sarı zarfı verip işlemleri başlatıyor. Çayımızı içerken
Kaymakam Bey benimle ilgili düşüncesini söylüyor. Susuz
merkez sağlık ocağında doktor olmadığı ve benim
Yolboyu köyü sağlık ocağı ve lojmanları da tadilatta
olduğu için merkeze doktor gelene ve benim sağlık
ocağımın onarımı bitene kadar Susuz merkezde
çalışacağım. Kaymakam Bey bu saatten sonra Kars'a
araba bulamayacağımızı söyleyip Yatılı Öğretmen
Lisesinin müdürünü arıyor ve bizim için misafirhaneyi
ayarlıyor, daha sonra da sağlık ocağını arayıp sağlık
ocağının cipini çağırıyor.
Telefonlar manyetolu, ahizeyi kaldırıyorsunuz kolu
çeviriyorsunuz önce postanenin santrali bağlanıyor,
santral memuruna konuşmak istediğiniz yeri
söylüyorsunuz o da sizi ilgili kişiye bağlıyor. Bu arada
saçaklı çayımızı da içmiş bulunuyoruz. ( süzgeç
kullanmadıkları için çay saçaklı oluyor ) Sağlık ocağının
şoförü ve cipi gelmiş. Şoför Müvdet'le tanışıyoruz.
Sonrasında iyi dost olacağımız, ufak tefek efendi birisi.
Jipe binip 2,5 km aşağıda, dere kenarında, kavak ve
söğüt ağaçları altındaki sağlık ocağına varıyoruz. Şoför
Müvdet'in anlattığına göre çok sert kış olan yıllarda bu
yol kapanır ve tünel kazarak giderlermiş. Her taraf sakin,
sessiz havada sadece karga sesleri var. Sağlık memuru
Mevlüt Bey, müstahdem Ekrem, Hatice Hemşire, ismini
şu an hatırlayamadığım Çanakkaleli bir hemşire hanım,
tanışıp hemen bir hatıra fotoğrafı çektiriyoruz. Meslekte
ilk görev yerim, ilk çalışma arkadaşlarım.
Bir çay içimi sohbet edip Müvdet'in cipiyle Öğretmen
Lisesine, Müdür Hamit Beyle tanışmaya ve kalacağımız
yeri görmeye gidiyoruz. Müvdet bizi müdür beyle
tanıştırıp, yarın sabah eşyalarımızı otelden almak için
Kars'a gitmek üzere randevulaşıp ayrılıyor. Hamit Bey,
benim kişisel gelişimimi ileriki yıllarda da etkileyecek, bu
okuldan ( Cılavuz Köy Enstitüsü iken ) mezun olmuş,
ilerleyen yıllar içinde dönüp dolaşıp mezun olduğu okula
yönetici olmuş babacan birisi. Belletmen öğretmenlerden
birini çağırıyor ve bize kalacağımız yeri göstermesini rica
ediyor. Akşam yemeğini de Hamit Bey'le beraber
öğrencilerle birlikte okulun yemekhanesinde yiyeceğiz.
Köy Enstitüsü iken atların bağlandığı bir tavla olan büyük
salon daha sonra yemekhaneye çevrilmiş. Ruslardan
kalma uzun ve geniş taş binada, uzun tahta masalarda
yemek duasının ardından hep birlikte kapuskaya kaşık
sallıyoruz. Yemek sonrası Yemekhanenin hemen
yanındaki taş ve ahşaptan oluşan iki katlı binaya
geçiyoruz. Alt kat okulun çamaşırhanesi. ( daha
sonraki günlerde misafirhanede banyo ve tuvalet
olmadığı için öğretmen arkadaşlarımızın lojmanlarındaki
tuvalet banyolarda yıkanmak için buradan kazanla sıcak
su alacağız. ) Gıcırdayan ahşap merdivenlerde üst kata
çıkıyoruz, gıcırdayan, mazotla silinmiş ahşap zemine
yerleştirilmiş 5 - 6 adet okey ya da kağıt oynamak için
yeşil çuhalı tahta masa ve sandalyeler, duvar kenarına
dizilmiş tahta sandalyeler, yüksek ve derin pencerelerde
rengi kaçmış, soğuk flüoresan ışığı ile de daha da soluk
gözüken şal desenli perdeler, bir köşede küçük bir çay
ocağı. Gerçeküstü, eski Türk filmlerinden fırlamış bir
setteyim sanki. Kelimelerle anlatamayacağım duyguları
yaşıyorum. Biz çayımızı yudumlarken şehir kulübü
diyebileceğiz mekanın müdavimleri gelmeye başlıyor.
Önce öğretmenler, sonra mal müdürü, Tonyalı bir savcı,
hakim beyler, Eşraftan Petrol Ofisini işleten Resa Bey (
Susuz halkından sadece Resa Bey girebiliyor ), Veteriner
Necdet Bey ve Kaymakam Bey. Masalar kuruluyor, taşlar
dağıtılıyor, ve Susuz gecelerinin tek eğlence mekanı taş
sesleri ile çınlıyor.
Saat onbire doğru herkes dağılırken biz de, bize tahsis
edilen misafirhanemize gidiyoruz. Yüksek tavanlı, dar
uzun , içinde iki tane tek kişilik karyola, bir masa,
masanın üzerinde içinde su olan çeşmeli plastik bidon ve
çeşmenin altında kirli suyu toplamaya yarayan mavi bir
leğen. Günün yorgunluğu ve yaşadıklarımızın
inanılmazlığı ile derin bir uykuya dalıyoruz. Öyle ki daha
sonra dost olacağımız ama elim bir kaza sonucu leğende
boğularak ölen fındık faresinin tıkırtılarını bile
duymuyoruz.
3. Bölüm
KARS - ERZURUM DEPREMİ
Susuz'da göreve başlayalı neredeyse bir ay oldu. Yavaş
yavaş alışıyorum. Personelimle ve mülki erkanla
ilişkilerim iyi gidiyor. Erzurum Tıp fakültesinden mezun
Konya'lı bir meslektaşım da yaklaşık bir hafta önce
göreve başladı. Dr. Hasan ÇALIŞ O da Susuz Kırkpınar
Köyü Sağlık Ocağına atanmış ama Sağlık Ocağının
şartlarının kötü olması nedeniyle Kaymakam Bey
tarafından Susuz Merkeze çekilmiş. İyi, uyumlu bir
arkadaş.
Bugün misafirhanemdeki yatağımda uzanırken geçmiş bir
ayında muhasebesini yapıyorum. Dün bazı işlemler ve
malzeme almak için Kars'a Sağlık Müdürlüğüne
gitmiştim. Öğle yemeğini de Kars'taki lokantaların birinde
Gulaşa benzer bir et yemeği, piti yemiştim, sanırım keçi
etiydi ve beni bozdu. Dün akşamdan bu yana karın ağrısı
ve ishalim devam ediyor. Öğle tatilinde misafirhaneye
geldim, uzanıyorum.
Saat üç gibi kapım çalındı, okulun bekçisi karşımda
duruyordu. Kaymakam Beyin beni beklediğini söyledi.
Üzerimi değişip Kaymakamlık binasına yürüyorum, biraz
dinlenmek iyi gelmiş, kendimi daha iyi hissediyordum.
Kaymakam Bey önce geçmiş olsun dileğinde bulundu
ardından da Valilikten Deprem bölgesinde ikinci ekip
olarak görevlendirdiğime dair yazı geldiğini söyledi.
Rahatsız olduğumu bildiği için istersem
gitmeyebileceğimi, kendisinin bir yazıyla ya da telefonla
durumu Sağlık Müdürlüğüne bildirebileceğini ifade etti.
Serde idealistlik var ya, giderim Kaymakam Bey dedim.
Kaymakam Bey daha önceki deneyimlerine dayanarak
yanıma öğretmen okulundan altı battaniye almamı,
birkaç paket Etimek türü kuru gıda almamı öğütledi.
Kaymakamlıktan ayrılıp, şoförüm Müvdeti çağırdım, bir
yandan da hazırlıklara başladım.
30 Ekim ,Pazar günü deprem olmuştu. Ben
hissetmediğim için önemsememiştim. Salı günü de
müdürlükte kimse bir şey söylememişti. Oysa 7.1
büyüklüğünde Erzurum ve çevresinde özellikle Narman
ilçesinde büyük hasar oluşmuş, 1400 kişi ölmüş, 600 e
yakın yaralı 30 bini aşkın hayvan telef olmuş. Tabii ki ben
bunları sonradan öğreniyorum. Haberleşme imkanı da
olmadığı için İzmir'deki yakınlarım meraktan ölmüşler.
Kars Valiliği de Sarıkamış'ın nahiyesi olan ve depremden
etkilenen Karaurgan'a sağlık ekibi göndermiş, ikinci
ekipte bana da görev düşmüştü.
Müvdetle hazırlıklarımızı tamamladık saat dört gibi yola
çıktık. Hava kararmak üzereydi artık. Önce Valiliğe kriz
merkezine uğradık sonra Sarıkamış'a doğru yola çıktık.
Sarıkamış'tan sonra orman içi yola girdik. Hava iyice
kararmıştı. Ormanın karanlığında bozuk şose yolda
sarsıla sarsıla yol alıyorduk. Müvdet te bir yandan bu
ormanlarda ayıların yaşadığını, zaman zaman yola
indiklerini anlatıyor. Yolun ne kadar sürdüğünü
hatırlamıyorum, geç bir vakitte Karaurgana vardık. Sağlık
merkezini kriz masası yapmışlar, ilaçlar, aşılar, serumlar
bir yana istiflenmiş, bir yanda da peynir tenekeleri ve
erzaklar var. Geç olduğu için yatmaya karar verdik, görev
dağılımını sabah yapacağız. Sağlık Merkezinin binasında
ebeler ve hemşireler kalıyor, biz Müvdetle cipimize
yöneldik, birkaç dilim etimek yiyip, üç battaniyeyi
altımıza üç battaniyeyi üstümüze serip uykuya geçtik.
Gece birkaç kez artçı sarsıntılarla, daha doğrusu artçı
sallantılardan dolayı bağrış çığrış bina dışına kaçan
hemşire ve ebelerin sesine uyandık.
Sabah kalktığımız da cipin tentesi üzerinde üç parmak
buz vardı. Bir bardak çay birkaç dilim etimekle kahvaltı
yaptık. Peynir yoktu, çünkü sağlık müdürlüğünün
gönderdiği peynirler bozuk çıkmış ve dereye dökülmüştü.
Kahvaltı sonrası başta Altunbulak köyü olmak üzere
toplam beş köyü bana verdiler. İki ebe alıp Müvdetle
birlikte yola düştük. Aşılama ve hasta olanlara depo
penisilin yapacağız.
Gittiğimiz köylerde can kaybı yok. Sadece taş ve
çamurdan yığma evler yıkılmış, hayvanlar altında kalıp
telef olmuş, köylünün kışlık un bulgur gibi erzakı göçük
altında kalmış. Köylüye bakın kar kış geliyor hiç olmazsa
şu kışlık erzakınızı güvenli bir yere alın ıslanıp heder
olmasın diyoruz ama köylü askerin gelip kaldırmasını,
memurların da tutanak tutmasını bekliyorlar.
Altunbulakta anlatılan bir olaya güleyim mi, ağlayayım mı
bilemedim. Depremden bir gün önce köye yeni bir
öğretmen geliyor, arkasından deprem oluyor ve korkan
öğretmen valizini dengini bırakıp geri Narman'a kaçıyor.
Narman ve benim görevlendirildiğim coğrafya ilgimi
çekiyor. Kızıl kayalardan oluşan, Kapadokya örneği peri
bacalarının olduğu Amerika'daki Grand Kanyon gibi bir
vadi. Buraya daha sonra da gelmeli diye düşünüyorum
Üç gün süreyle deprem bölgesinde çalıştık. Cuma günü
akşam üzerine doğru Kars'tan yeni ekip geldi, biz geri
döneceğiz. Yeni ekibin içinde Hacettepe Tıp Fakültesinin
1983 dönem birincisi Nurol ARIK ta var.
Yine gecenin ve ormanın karanlığında Karaurgan
Sarıkamış yolunu aşıp gecenin çok ilerleyen saatlerinde
Susuz'a vardık. Eşimle yaptığım olağan telefon
görüşmesinde onlara sağlığımla ilgi bilgi vermediğim için
epey bir fırça yedim. Ama ne yapabilirdim ki şimdiki gibi
cep telefonu ve interneti bırak normal telefon bile yoktu
ve üstelik ayıların bile yola ve köylere indiği bir bölgede
aç susuz çalışıyordum.
4. Bölüm
SÜT KOKULU KAYIP BİR TOPLUM:
MALAGANLAR
Karaurgan deprem bölgesinden döneli bir hafta oldu.
Benim ve Müvdet'in yokluğunda Sağlık Ocağında ve
ilçede tek başına kalan Hasan Susuz'dan ayrılamamış,
sorumlu olduğu ve esas atamasının yapıldığı Kırkpınar
köyüne gidememişti. Geçen hafta içinde ben Susuz
Merkezde çalışmış Hasan da Kırkpınar ve diğer bağlı
köylerden bir kaçını ziyaret etmişti. Deprem bölgesindeki
çalışmam ve dönüşte de merkezde çalışmam nedeniyle
ben de Yolboyu'na ve diğer köylere gidememiştim.
Sabah sağlık ocağına gelince Hasan'la birlikte bir durum
değerlendirmesi yaptık. Kars'a Sağlık Müdürlüğüne
gitmemizi gerektiren bir durum yoktu. Hasan 'a;
- Senin başka bir programın yoksa ben Müvdet'le birlikte
Yolboyu'na ve PorsukluYa gideyim, dedim.
Hasan da onaylayınca zile bastım Ekrem'i çağırdım.
Dakikasında Ekrem kapıda bitti. İki elini önünde
kavuşturmuş kapıda bekliyordu.
- Ekrem Efendi, Müvdet burada mı ?
- Burada Tohtor Bey,
- Bir seslen hele
-Başüstüne Tohtor Bey
Müvdet geldi.
-Müvdet Efendi Hasan Bey burada kalacak. Eğer benzin
varsa seninle Yolboyu'na ve Porsuklu'ya gidelim.
- Olur Tohtor Bey, Ben ilçeden benzin alıp geleyim, köy
yolundan kestirmeden gideriz.
- Tamam Müvdet efendi, sen benzini al gel yola çıkalım.
Ben de hazırlandım. Beş dakika sonra Müvdet gelip hazır
olduğunu söyledi. Emektar Land Rover'a yerleştik. Sağlık
Ocağının biraz ötesinden derenin içinden karşı kıyıya
geçip toprak yola vurduk. Köyden uzaklaştıkça ufka
kadar uzanan geniş bir coğrafyada patika yolda
ilerlemeye başladık. Bir tek ağacın bile olmadığı geniş
düzlük insana inanılmaz bir sonsuzluk hissi veriyordu.
Ben bu sonsuzluk duygusu ile sessizce çevreyi izlerken
Müvdet sessizliği bozdu.
- Bu yol kesedir Tohtor Bey. Kış gelinceye kadar bu yolu
kullanırız. Kış gelince yol, iz kaybolur. Aha şu
önümüzdeki bayırda buz yapar, o zaman bu yolu
kullanamayız.
Müvdet'in gösterdiği bayırı tırmanırken bu yolculuğu bir
de kışın yapmanın güzel olacağını düşünüp etrafı
bembeyaz karlarla örtülü hayal ettim.
- Tohtor Bey önümüzde yol ikiye ayrılıyor, önce nereye
gidelim.
- Yolboyuna gidelim. Miraç Beyle Yılmaz'ı bir görelim.
Bakalım Kibar Ebe gidip geliyor mu?
- Olur Tohtor Bey
Yolboyu köyü benim esas atamamın yapıldığı köydü.
Sağlık memuru Yılmaz, Tıbbi sekreter Miraç, Fatma
Hemşire Hanım ve müstahdem Musa çalışıyordu. Ebemiz
yoktu. Bana bağlı köylerden en yakını olan Ağcakale
köyünün ebesi Kibar Ebeyi haftada iki gün Yolboyu'na da
uğraması için görevlendirmiştim. Bana bağlı üç köy vardı.
Porsuklu, Akçalar ve Ağcakale. Akçalar ve Ağcakale
Arpaçay İlçesine bağlı iki küçük köydü ama benim sağlık
ocağımın sorumluluk alanındaydı.
Bayırı aştığımızda römorkunda devasa bir boğanın
olduğu traktör karşımıza çıktı. Boğa bütün haşmetiyle
yanındaki iki köylüyle birlikte yolculuk ediyordu.
Selamlaştık.
- Necdet Bey'e gidiyorlar galiba dedim.
Necdet, Susuz'daki İlçe Tarım Müdürü, veteriner
arkadaşımızdı.
- Olabilir dedi Müvdet. Belki de aşılamaya
götürüyorlardır.
- Ya bir aşı için koca hayvanı ilçeye götürmeye ne gerek
var. Necdet buraya uğradığında yapardı.
- Yok öyle değil Tohtor Bey. Bu damızlık bir boğa. Şimdi
bunların kızışma vakti. Böyle damızlık boğası olanlar ya
belli bir para karşılığı ya da doğacak buzağılardan bir
veya bir kaç tanesi karşılığında ineklerle çiftleştirirler.
Burada buna aşılama deriz.
Bilgisizliğimden utandım mı ? Yooo yeni bir şey daha
öğrenmiştim. Bilgi dağarcığıma bir şey daha katmıştım.
-Sağol Müvdet Efendi, sayende bir şey daha öğrendim.
- Burada daha çok şey öğreneceksin Tohtor Bey. Aha
Uzun Zaim de göründü.
Cipimizi Sağlık Ocağının önüne park ettiğimizde Yılmaz ile
Miraç Bey Sağlık Ocağının güneye bakan cephesinde,
banka oturmuşlar, sonbahar güneşinin son sıcaklığında
sohbet ediyorlardı. Bizi görünce ayağa kalkıp yanımıza
geldiler.
İki birden;
- Hoş geldiniz Doktor Bey, nasılsınız? Hoşgeldin Müvdet.
-Teşekkür ederim arkadaşlar siz nasılsınız, tadilat nasıl
gidiyor ?
- Biz iyiyiz Doktor Bey, sağlık ocağında da bir yaramazlık
yok. Tadilata gelince bitirdiklerini söylüyorlar,
önümüzdeki hafta Bayındırlık Müdürlüğünden
mühendisler gelip, kabul için kontrollerini yapacaklarmış
ama bize sorarsan eksikler var. İsterseniz birlikte
bakalım.
Hep birlikte lojman binasına yöneliyoruz. Lojman binası
tren gibi birbirine yan yana eklenmiş dört binadan
oluşuyordu. En baştaki kapısının önünde kayın ağacı olan
lojman benimkiydi, benim yanımda Fatme Hemşire
Hanımın kaldığı Hemşire Lojmanı onun yanında Tıbbi
Sekreter Miraç ve ailesinin kaldığı lojman diğer başta da
Yılmaz'ın kaldığı lojman vardı. Benim lojman 1965 te
Sosyalizasyon yasası ile gelen ilk hekim olan Aydın'lı Ali
Beyden sonra atıl kalmıştı. Bir ara Halk Eğitim Müdürlüğü
burada kurs düzenlemiş, bir ara gübre deposu olarak
kullanılmış. Yeni Zorunlu Hizmet Yasası ile doktor
atanınca acilen bakıma alınmıştı. Elektrik donanımı
yenilenmiş, kırık camlar çerçeveler onarılmış, tuvaleti
yeniden yapılmış, boya badanası yapılmıştı. Yılmaz ve
Miraç Beyin yardımı ile hem benim lojmandaki eksikleri
hem de binanın dışındaki eksiklikleri - örneğin binayı
çevreleyen ve temele su gitmesini önleyen beton
yenilenmemişti, foseptik çukurunu örten betonun bir
köşesi tehlikeli şekilde kırık ve açıktı- hem de sağlık
ocağındaki eksiklikleri tespit edip tutanak tuttuk.
Tutanağın bir kopyasını da üst yazıyla kaymakamlık
kanalı ile İl Bayındırlık Müdürlüğüne iletilmek üzere
Kaymakamlığa verecektik. Miraç Bey tutanağı daktilo ile
temize çekti. Kaymakamlık Makamına üst yazıyı yazdı,
giden evrak defterine kaydedip imzalamam için önüme
koydu. Ben tutanağı ve üst yazıyı imzalarken, Miraç Bey
Sağlık Müdürlüğüne gidecek diğer istatistik evraklarını ve
üst yazıları imzalamam için getirdi. Yarın Kars'a sağlık
müdürlüğüne götürecekti.
Yazıları yazmak için Sağlık Ocağındaki doktor odasına
girmiştik. Fatma Hemşire Hanımda içerde sessiz sakin
oturuyordu. Doktor odası dedim ama tek soba olan oda,
bu odaydı ve üç yıl boyunca tüm personel biz aynı odayı
paylaşacaktık.
Sessizliği Yılmaz bozdu.
-Doktor Bey siz Sarıkamış'ta iken Kaymakamlık'tan odun
ve kömürünüz geldi. Garaja indirdik.
- Öyle mi?, Sağ ol Yılmaz Gel bir bakalım.
Ben Sarıkamış'a deprem bölgesine gitmeden
Kaymakamın öncülüğünde devlet memurları için toplu
olarak odun ve kömür getirtilecekti, ben de bir ton meşe
odunuyla bir ton Cizre kömürü yazdırmıştım. Müvdet, ve
Yılmaz ile birlikte sağlık ocağının arka cephesindeki
garaja gittik. Kömür güzeldi, parça parça ve parlaktı.
Ama odunlar benim için hayal kırıklığı oldu. Her biri
yaklaşık 75 - 80 santim çapında 50 - 60 santim
yüksekliğinde tomruklardan oluşuyordu.
-Ben nasıl kırıp yakacağım bunları, dedim hayal kırıklığı
ile.
Müvdet;
- Dert etme Tohtor Bey, Susuz'da Ayıboğan diye birisi
var. Ben onu ayarlarım, bir yevmiye veririz, hepsini el
kadar parçalar.
- Tamam Müvdet Efendi, unutturma Susuz'a dönünce
hemen arayalım, kış gelmeden parçalatalım odunları.
- Kömür içinde uzun bir demir çubuk yaptırın Doktor Bey
diye söze karıştı Yılmaz, Bu Cizre kömürü yandığı zaman
erir birbirine yapışır, ara sıra demir çubukla dürtüp
parçalamak lazım, yoksa söner.
- Tamam Miraç Bey'e söyleyeyim de yarın Kars'a inince
bir tane alsın benim için.
- Sahi Miraç Bey nereye kayboldu.
Garajın kapısından içeri girmekte olan Miraç Bey,
- Buradayım Doktor Bey, Vakit öğle oldu. Bizim Hanım bir
şeyler hazırladı, hep beraber yiyelim.
- Miraç Bey niye zahmet ettin.
- Zahmet mi olur Doktor bey, buyrun.
Biraz önce Yılmaz ile Miraç Bey'in oturduğu bankın önüne
bir masa çekmişler iki sandalye daha koymuşlar. Masanın
üzerinde sarı yağ, çeçil peynir, kelle peyniri, altın sarısı
renginde petekli bal, sıcacık tandır ekmeği ve lavaş
ekmek bizi bekliyordu. Miraç Bey bardaklara çaylarımızı
doldurdu.Sonbahar güneşinin son ışıkları altında
kahvaltıdan oluşan öğle yemeğimizi hep birlikte keyifle
yedik. Keyif çaylarımızı da yudumladıktan sonra.
Müvdet'e döndüm
- Hadi bakalım Müvdet efendi, yolcu yolunda gerek.
- Kalkalım Tohtor Bey.
- Haydi hoşça kalın arkadaşlar.
Yılmaz ve Miraç Bey aynı anda
- Selametle Doktor Bey,
Fatma Hemşire Hanım da koştu geldi,
- Güle güle Doktor Bey.
Müvdetle birlikte geldiğimiz yolda geri döndük, çataldan
sağa dönüp Porsuklu köyüne vurduk cipimizi.
Doğrudan sağlık evine gittik. Ebe Hanım kapıda karşıladı.
İlk kez tanışıyorduk. Bahçedeki tahta masaya oturduk.
Ebe Hanım köy hakında bilgi verdi. Porsuklu da Yolboyu
köyü gibi karma bir nüfus yapısına sahipti. Yolboyu'ndan
farklı olarak burada bir kaç Malakan aile vardı.
- Onlarda kim oluyor? dedim. Yerliyi, Kürt'ü Azeriyi
biliyordum ama Malakanları ilk kez duyuyordum.
- Ebe Hanımla işimizi bitirince köyün çıkışındaki
değirmene uğrayalım Tohtor Bey. Değirmeni işleten Vaso
Dayı Malakan. Çok babacan bir adamdır onunla
tanıştırayım sizi.
- İyi olur Müvdet,yeni bir şey daha öğreneceğim sanırım.
Ebe Hanımın getirdiği gebe ve bebek izleme kartlarına
bakıyorum. Soyadları dikkatimi çekiyor. Hepsi "şu " ile
başlıyor. Ebe Hanımın soyadı Şugüneş, diğerleri Şudeniz,
Şuduvar, Şuyiğit böyle uzayıp gidiyor.
- Bu nedir böyle Ebe Hanım ? Herkesin soyadı Şu ile
başlıyor.
- Valla Doktor Bey, zamanın birinde nüfus kayıtları için
gelen nüfus memurunun işi. Kaydederken herkesin
soyadının önüne Şu eklemiş. O gün bugündür böyle
gidiyor.
İlginç bir şeye daha tanık oluyorum, nedenini
bilemediğim bir şekilde bir memur bir köyün soyadlarında
belirleyici olmuş, imzasını atmış. İlginç...
Ebe Hanım çay teklif ediyor. Biz izin isteyip çayı Vaso
Dayı da içmek için kalkıyoruz.
Değirmen köyün hemen çıkışında. Belli ki eski bir yapı.
Taş ve ahşaptan oluşan ana binanın yanında arktan
gelen suyun boşaldığı büyük ahşap bir çark var. Küçük
kovalara benzeyen çarka dökülen su, çarkı döndürüyor,
çarkta millerle hareketi içeri taşıyıp binanın içindeki
değirmen taşlarını döndürüyor.
Ark boyunca iki sıra kayın ve kavak ağaçları uzanıyor.
Değirmenin girişindeki büyük kayın ağacının gölgesinde
otururken bulduk Vaso dayıyı. İri yapılı, yaşına rağmen
dinç ve iri gövdesi ile bizi karşıladı. Yaşlılık ve un
nedeniyle ağarmış uzun saçı ve sakalının çevrelediği
kocaman bir gülümsemenin oturduğu yüzünde yanakları
al al yanarken gözleri mavi birer çakmaktaşı gibi
parlıyordu.
- Hoş gelmişsiniz, dedi. Yanındaki iki tabureye buyur etti.
Müvdet beni tanıştırdı.
-Vaso Dayı, bu bizim yeni Tohtorumuz. Sizin köye de o
bakacak.
- Hoş geldin oğul, hayırlı olsun, neredensin?
-İzmir'den geliyorum Vaso Dayı, Nasılsın ?
- İyiyiz be Tohtor Bey. Hanımla birlikte yaşayıp gidiyoruz.
- İşler nasıl Vaso Dayı? diye söze giriyor Müvdet.
- İdare ediyoruz Müvdet. Kış gelmeden herkes buğdayı
öğütüp deposuna koymak istiyor.
- Vaso Dayı vaktini almazsak sana bir şey soracağım.
Sizin için ebe hanım bir kaç Malakan aile var dedi köyü
anlatırken. Ben de Müvdet'e sordum, Azeriyi, Kürdü
biliyorum da bu Malakan neyin nesi? diye O da ,
"- Gel doktor bey seni Vaso Dayı ile tanıştırayım." dedi.
Nedir sizin hikayeniz ?
- Vakit çok Oğul, burada vakitten bol bir şey yok. Ama
soluklan hele bir çayımızı iç, dedi ve içeriye seslendi.
- Lena...Lena misafirimiz var bir çay koy hele...
Sonra bana döndü.
- Bak Oğul dedi, Biz beyaz Rus'uz aslında. Ama onlar da
kendinden kabul etmez bizi. Dışlanmış bir toplumuz
anlayacağın. Bizlerin ataları dini ibadet ve inançları
nedeniyle Rus Ortodoks kilisesinden kopmuş, tarımla ve
hayvancılıkla, süt ve peynir yapmakla uğraşan bir
toplulukmuş. İsmimiz de buradan gelmekte. Rusça'da süt
anlamına gelen Moloka sözcüğünden gelme adımız.
Bizler diğer Ortodokslardan farklı olarak ruhani
Hıristiyan'ız. Yani Tanrıya tahta, taş veya diğer araçlarla
ibadet edilmesine karşı çıkan, ikon ve haç gibi insan
yapımı şeylerin Tanrı olmadığına inanırız. Bu yüzden
atalarımız sürekli baskı altında kalmış ve oradan oraya
sürülmüşler. Bize göre dini bütün olmak kardeşlik ve
yardımseverliğin hakim olduğu ve bu iki davranışın
sağladığı mutlu bir yaşam sürmektir. Diğer insanları
kınamamak, dış görünüşe ve mala mülke tapmamak, her
zaman iyi niyetli ve hoşgörülü olmak, çalmamak ve
yıkmamak... Ha bir de savaşta dahi adam öldürmemek.
O yüzden atalarımız askere gitmeyi de reddediyordu. Ta
ki 1918 lere kadar...
İlk olarak bu inançlarımızdan dolayı bizi tehlike olarak
gören Çar 1. Nikolai 1800 lü yıllarda atalarımızı
Sibirya'ya, Transkafkasya bölgesine sürmüş. 93
Harbinden sonra da Osmanlı Ordusu yenilip Ruslar
Erzurum'a kadar buraları işgal edince bizi getirip buralara
Kars'a, Erzurum'a yerleştirmişler. Atalarımız kırk yıl
boyunca burada kalan Türklerle, Karapapaklarla barış
içinde yaşamışız. Karapapaklarla kız alıp vermişiz.
Onlara çiftçiliği, ekip biçmeyi, peynir yapmayı öğretmişiz.
Hani şu Kars'ın meşhur gravyer peyniri ve kaşar peyniri
var ya, onu yapan ve öğreten benim atalarım.
Vaso Dayı anlattıkça yüzündeki kocaman gülümseme
hüzünleniyor, mavi gözleri gölgeleniyordu.
- Sonra n'oldu Vaso Dayı dedim. Neden bu kadar
azaldınız.
- Anlatayım Oğul, dedi. 1917 de Bolşevik ayaklanması
olunca Ruslar Osmanlıyla anlaşma yaptı ve buralardan
çekildi. Buraları terk edip giden Türkler geri geldi. Bazı
yerlere de Ruslar çekilmeden Ermeni göçmenleri getirip
yerleştirdiler.
Yedi düvelle ve İstanbul'daki Payitahtla savaşan Ankara
yönetimi Ruslar çekilip buralara Ermeniler yerleştirilince
Doğu cephesini güvende hissetmediler. Bunda haklıydılar
aslında. Silahlanan Ermeni'ler çeteler oluşturup Ankara
ordusuna ve Türk köylerine baskınlar yapıp katliamlar
yapıyordu. Bunun üzerine Kazım Karabekir Paşa bizi
askere almak istedi. İnancımız gereği büyüklerimiz buna
karşı çıktı. Bunun üzerine Kazım Karabekir Paşa bir emir
yayınlayıp mecburi askerlik getirdi. Emre uymayanlar
kafileler halinde bir kısmı Rusya'ya bir kısmı Avrupa'nın
çeşitli yerlerine göç etti. Gidemeyenler ve Kazım
Karabekir Paşa'nın emrine uyanlar burada kaldı. Orduya
katılanlar savaşmayı reddedikleri için nakliye işlerinde
çalıştırıldılar. 1962 yılına kadar böyle devam etti. Ama
giderek inançlarımızdan kopuyorduk. Ekonomik olarak
geçimimiz zorlaşıyordu. İnançlarımız gereği dokuz
kuşağa kadar kendi topluluğumuzdan evlenme yasağı
olduğu için kızlarımız Terekemelerle ya da yerli halkla
evlense bile bu halklar oğullarımıza kız vermiyordu.
Oğullarımız da evlenebilmek için uzaklara Kanada'ya,
Avustrulya'ya göç etmeye başladılar.İkinci bir göç dalgası
da o zaman yaşadık. Benim iki oğlumda Avustralya'ya
göç etti. Ama biz gitmedik, bu topraklarda doğduk,
burada büyüdük, kızımız burada evli. İşte böyle Oğul,
dedi.
Soluklandı.
- Lena nerde kaldı çaylar ? diye seslendi.
Elinde tepsi ile Lena göründü. Lena'yı gördüğüm zaman
babamın teyzesi rahmetli Pembe Teyzemi karşımda
görmüş gibi oldum. Onun gibi akça pakça çakır gözleri
ilerlemiş yaşına rağmen çakmak çakmak parlıyor. Yüzü
yılların verdiği acılarla derin çizgilerle dolu.
Çay tepsisini ve şekerliği masaya koyuyor ve sessizce
çekiliyor.
Çayımı yudumlarken hüznün tadını alıyorum. Hikayenin
ağırlığı üzerimde. Sessizlik çöküyor ağır bir şekilde.
Sessizlik ağırlaştıkça hüzünde ağırlaşıyor. Vaso Dayının
da yüzü iyice gölgelendi. Artık konuşmuyor. Hep birlikte
susuyoruz. Sessizliği yine Vaso Dayı bozuyor. Nemlenen
gözlerini elinin tersiyle siliyor.
-Siz bana aldırmayın, kocalık işte. İnsan kocadıkça
çocuklaşıyor. Lena'ya sesleniyor;
- Lena çayları tezele hele...
İkinci çaylarımızı içerken artık değirmencilik üzerine
sohbet ediyoruz. Buğdaylar nasıl öğütülüyor, ark ne
zaman nasıl temizleniyor. Şehirli belleğime yeni ve ilginç
bilgiler doluyor. Gün inmek üzere. İkindinin alacası
çökmeye başladı. Ne de olsa Türkiye'nin en
doğusundayız, akşam erken iniyor.
- Hadi Müvdet diyorum, Hasan Beyi merakta
koymayalım.
- Sağlıcakla kal Vaso Dayı, Çay için, sohbet için sağ ol.
Seni de üzdük hatıralarla.
- Güle güle oğul, sen bana bakma yolun düştüğünde yine
bekleriz.
Uçsuz Kars yaylasında önümüzde uzayıp giden iki teker
izinde sallana sallana ilçemize, evimize doğru yola
çıkıyoruz.
5. Bölüm
DOĞUM GÜNÜN KUTLU OLSUN
Cuma akşamı. Sağlık Ocağında bir haftayı daha bitirdik,
biraz önce de Müvdet Efendi bizi Öğretmen Okuluna
bıraktı. Kaldığım misafirhaneme girecekken Ertuğrul
Hoca'nın seslendiğini duyuyorum. Yanıma yaklaşıyor.
Selamlaşıyoruz. Bir sır verir gibi alçak sesle konuşuyor.
- Cengiz Bey, bugün benim doğum günüm. Meyve suyu,
votka, çerez, biraz da meyve aldım. Akşam Sen, ben bir
de Necdet Bey birlikte kutlayalım.
- Nerede içeceğiz Ertuğrul. Okulda içki içmek yasak değil
mi?
- Lojmanlar dışında yasak tabii.
- Bildiğim kadarıyla senin lojmanın yok, revirde
kalıyorsun.
- Doğru ama ben Cemil Efendiyi ayarladım, yemekten
sonra kalorifer dairesinde çilingir sofrasını kuracağız.
- Olur o zaman. Risk alıyorsun ama umarım bir sorun
çıkmaz.
- Yok, yok, Cemil Efendi sağlam adamdır.
- İyi öyleyse. Yemeği bu akşam Necdet'te yiyeceğiz.
Yemekten sonra görüşürüz.
Ertuğrul, Öğretmen Lisesinin Müzik Öğretmeni. Müzik
Öğretmeni olmasından mıdır bilmiyorum hassas birisi.
Ankaralı. Okulda ki öğretmen arkadaşları ile samimi bir
dostluk kuramamış. Geldiğimden günden bu yana benim
de en iyi anlaştığım insanlardan birisi. Hafta sonları işimiz
olmadığında müzik odasını açarız, sobaya bir iki odun
atarız, sonra Ertuğrul piyanonun başına geçer, bangır
bangır şarkı söyler rahatlarız.
Akşam yemeğinden sonra Ertuğrul, bizi Necdet'in
lojmanından alıyor. Ana binaya geçip Kalorifer dairesine
iniyoruz.
Cemil efendi tahta masayı hazırlamış. Çerezler, meyveler,
meyve suyu, bir şişe Binboğa votka masada. Dört tane
de tahta sandalye var. Sandalyelere yerleşiyoruz, Cemil
Efendi Ertuğrul'un ısrarına rağmen kalmayıp
- Afiyet olsun, diyor ve demir kapıyı çekip çıkıyor.
Çay bardaklarında vişne votkalarımızı hazırlıyoruz.
- Doğum günün kutlu olsun Ertuğrul, Nice yıllara
dileklerimizle çay bardaklarımızı tokuşturuyoruz.
Ortak konumuz hasret. Ben evliyim ama eşim İzmir'de,
Ertuğrul evli eşi İstanbul'da, Necdet evli eşi Ankara'da.
Sohbet sohbeti açıyor. Çay bardakları nda votka -
vişneler boşaldıkça sohbet daha da koyulaşıyor.
Bir an demir kapının kulpunun döndüğünü duyup kapıya
bakıyoruz. Kapı açılıyor. Müdürümüz Hamit Ağabey
kapıda karşımızda duruyor. Hemen saygıyla ayağa
kalkıyoruz. Ertuğrul'un yüzü kireç gibi. Ben şaşkın. En
soğukkanlı Necdet çıkıyor.
- Buyur Hamit Abi, bugün Ertuğrul'un doğum günüymüş.
Onu kutluyoruz.
Biz kızacağını beklerken, Hamit Ağabey boş sandalyeye
hamle yaparken soruyor;
- Eee. fazla bir bardağınız yok mu?
Olmaz mı Hamit Ağabey olmaz mı?
Hemen bir bardak daha votka vişne hazırlayıp Hamit
Ağabeye uzatıyorum.
Bardağını kaldırıyor, biz de kaldırıyoruz.
- Doğum günün kutlu olsun Ertuğrul Hocam diyor.
" gecikmiş Cılavuz baharında,
kara kışın,
tüm kısır muhabbetlerine
ve tüm çıkarcı ilişkilerine rağmen,
yalnızlığı ve hüznü,
seninle,
senin piyanonun tuşlarında paylaşmak,
ne güzeldi. "

6. Bölüm
VETERİNER NECDET
Babamla Susuz'a ilk geldiğimiz gün tanışmıştık. Çok içten
ve dostça karşılamıştı bizi. Babamla uzun uzun sohbet
etmişlerdi. O günden bu yana Susuz'daki en iyi
dostlarımdan biri.
Babamın İzmir'e döneceği zaman da,
- Gözünüz arkada kalmasın, biz yalnız bırakmayız Doktor
Beyi, diyerek babamı rahatlatmıştı
Ankaralı, veteriner hekim, ilçemizin Tarım İlçe Müdürü.
Çalışkan, alçak gönüllü
Susuz halkı ve köylüleri O'nu seviyor.
Cuma günleri köy ziyaretlerine gidiyor,
Ve bu ziyaretler sonucu her cuma akşamı Necdet'in
lojmanında Hasan ile birlikte tavuklu pilav yiyoruz.

7. Bölüm
KÖY ÖĞRETMENLERİ
Çevre köyleri tanımaya, köy gezilerine devam.
Kar düşmeden uzak köylere, ulaşımı zor köylere gidelim
diyoruz.
Bugün Müvdetle birlikte Taşlıca ve Keçili köylerine
gideceğiz. Hemşire hanımlardan birini de alıp yola
düşüyoruz.
Kars - Artvin karayolundan ayrılıp önce Taşlıcaya
uğruyoruz. Köydeki ebeye uğruyoruz, biraz sohbet
ediyoruz. Koşa koşa muhtar geliyor.
- Hoş gelmişsiniz, diyor.
- Hoş bulduk Muhtar, çayın var mı?
- Olmaz mı komutan.
Komutan da neyin nesi. Daha sonra yaptığım gezilerde
anlıyorum ki burada köye gelen her yabancı ya Jandarma
komutanıdır, ya kaymakamdır ya da savcı.
Müvdet araya giriyor;
- Tohtor Bey istersen çayı ilkokulda içelim, hocalar
bekler.
- Hadi Muhtar okula gidelim. Hem öğretmen arkadaşlarla
tanışalım hem çayımızı orda içelim. Hemşire hanımı
ebemizle bırakıp ebemize veda ederek, okula
yöneliyoruz.
Benim yaşlarımda iki genç erkek öğretmen tüm
içtenlikleriyle karşılıyor bizi. Üç okul sırasına yerleşiyoruz.
Biraz sohbet edince bu dağ köylerinde çalışan
öğretmenlerimizin özellikle kış bastırınca ne kadar zor
koşullarda yaşadığını öğreniyoruz. Kente inememek,
ekmek ve diğer ihtiyaçlar için köylüye muhtaç olmak,en
ufak rüzgarda kesilen elektrikler, uzun ve yalnız kış
geceleri.
Çayımızı yudumlayıp öğretmen arkadaşlarımıza, muhtara
veda edip Taşlıca'dan ayrılıyoruz.
Yol tırmanmaya devam ediyor. Usumda Cahit Külebi'nin
şiiri, köy öğretmenleri
Yurdumuz uçsuz bucaksız,
Gökte yıldız kadar köylerimiz var.
Ama uzak, ama harap, ama garipsi..
Alın benim gönlümden de o kadar.
Uzak köylerimizde kuşlar gibi
Her sabah çocuklar size uçar.
Ama küçük, ama büyüyen, ama güleç..
Alın benim gönlümden de o kadar.
Siz kara göklerin yıldızları,
Işıtın yurdumuzu sabaha kadar!
Ama düşe kalka, ama yiğit, ama umutlu..
Alın benim gönlümden de o kadar.
Kuş uçmaz kervan geçmez köylerde susuz, elektriksiz ve
ekmeksiz görev yapan, köy ziyaretlerinde ya da aşı
kampanyalarında uğradığımız da bir bardak çayını ve bir
lokma ekmeğini bizimle paylaşan, gece karanlığında
gökyüzünü aydınlatan binlerce yıldız gibi köy çocuklarını
aydınlatan adını bilmediğim köy öğretmenleri hepinize
selam olsun.
8. Bölüm
AYGIR GÖLÜ VE REŞO AĞA
Kars'ın sonsuzluk hissi veren uçsuz bucaksız yaylalarının
yerini engebeli bir coğrafya alıyor.
Yol bir sırta ulaşıyor, yolun sol tarafı dik bir bayırla
aşağılara uzanıyor, yolun sağ tarafı ise bodur bitkilerle
kaplı bir düzlük. Bir kaç yüz metre ilerimizde taştan bir
kulübe. Müvdet cipi taş kulübenin önüne çekiyor. Cipten
inip sesleniyor;
- Reşooooo
Kulübenin arkasından iri yarı bir adam beliriyor. Sırtında
eski bir oduncu gömleği ve keçeden bir yelek, başında
kasket, kollarını iki yana açmış bize doğru geliyor. Önce
Müvdetle kucaklaşıyor. Bizim ufak tefek Müvdet adamın
kucağında kayboluyor adeta. Müvdet'i bırakınca hararetle
bize hoş geldiniz diyor.
Müvdet arkadaşını bize tanıştırıyor.
- Bu Reşo Ağa, benim asker arkadaşım. Kürt'tür.
Aşağıdaki gölün sahibidir.
Aklımda soru işaretleri..Göl nerede? Bir adam nasıl bir
gölün sahibi olur?
- Göl nerde Müvdet Efendi?
Yanıtı Reşo Ağa veriyor.
-Müvdet sen Hoca'ma gölü göster, ben eti kızartayım.
Müvdet, Hemşire hanım ve ben yolun karşısına
geçiyoruz. Bayıra doğru bir kaç adım atınca bütün
ihtişamıyla göl karşımda duruyor. Bizden yüz elli iki yüz
metre aşağıda, çanak şeklinde bir çukurda mavi yeşil
parıldıyor. Aman Tanrım, diyorum. Muhteşem bir göl.
Sanırım volkanik bir çöküntü gölü diye düşünüyorum.
- Adı var mı bu gölün? diye Müvdet'e soruyorum.
- Aygır Gölü, diyor
- Balık var mıdır?
- Olmaz mı, Reşo onları avlar ve Trabzon'a gönderir.
Biz gölü hayranlıkla seyretmeye ve hayaller kurmaya
devam ederken Reşo Ağa'nın sesini duyuyoruz.
- Müvdet yemek hazır. Hocam, hemşire hanım gelin hadi.
Reşo Ağa güzel bir masa hazırlamıştı bize. Pirinç pilavının
üzerinde kızarmış tavuk eti, elma dilimi kızarmış
patatesler, yoğurt, yumrukla kırılmış iki baş soğan, bal,
tandır ekmeği.
- Hadi buyrun , çay da demleniyor.
Bir erkeğin bu kadar lezzetli bir pilav yapacağını, tavuğu
böyle güzel kızartacağını hiç tahmin etmemiştim.
- Eline sağlık Reşo Ağa, bize ziyafet hazırlamışsın.
- Kolay mı Hocam. Müvdet," - Ağır misafirlerim var, ona
göre " dedi. Hiç asker arkadaşımı mahcup eder miyim?
- Reşo Ağa göl çok güzelmiş. Kışın donuyordur değil mi?
- Donar Hocam, baharda karlar eriyip, kar suları göle
ulaşınca erir.
Ne güzel doğal paten pisti olur diye geçiyor içimden.
- Hocam diyor Reşo Ağa. Bu gölün bir de efsanesi var,
adı da oradan gelir.
Merakla,
- Anlat hele Reşo Ağa diyorum.
-İnanışa göre, buzlar çözülüp bahar geldiğinde, ayın
dolunay olduğu gecelerde gölden beyaz bir aygır
çıkarmış. Anlatanların yalancısıyım, şimdiye kadar bu
çevrede böyle göz alıcı, böyle güçlü bir aygır görülmemiş.
Üzerindeki suyu silkeler, gölün etrafında iki uç tur atarak
yelesini kurutur sonra da çevredeki kısrakları döller
tekrar göle dönermiş. Bu yüzden göle Aygır Gölü derler.
9. Bölüm
MÜVDET GELİYOR
Cumartesi. Aydan'la haftalık telefon görüşmemi yapmış,
misafirhanedeki odamı topluyorum. Hasan da bana
arkadaşlık yapıyor, laflıyoruz.
Akşam üzeri kapı çalındı. Gittim açtım, elinde pazar
çantası ile Müvdet duruyor.
- Hayırdır Müvdet, bir terslik mi var?
- Yoh, Tohtor Bey. Biz arkadaşlarla çaya, balığa gitmiştik,
kısmetimiz boldu, size de getirdim. Afiyetle yiyin.
Aman Tanrım, koca bir çanta balık.
- Müvdet biz bunu nasıl yeriz çok bu.
- Yersiniz Tohtor Bey, bu deniz balığına benzemez. Bu
Ardahan'dan kopup gelen çayın balığı. Hem soğuk su
hem de akar su. Balığı lezzetli olur.
Müvdet'in sesini duyup dışarıya gelen Hasan'a
gösteriyorum bir pazar çantası balığı. Hasan da;
- Müvdet biz iki kişi nasıl yeriz bu kadar balığı.
- Yersiniz Tohtor Bey yersiniz, siz gençsiniz, balık da
lezzetli. diyerek, çantayı elime tutuşturuyor.
Necdet'e haber yolluyoruz, akşam birlikte yiyelim diye.
Ertuğrul'a da haber saldık ama nöbetçiymiş, " - gelemem
" dedi.
Akşam Necdet'in lojmanında toplandık. Necdet mutfak
işlerine en yatkın olanımız. O balığı temizliyor. Hasan
sofrayı kuruyor. Ben de Susuz şartlarında bulabildiğim
yeşilliklerden salata yapıyorum.
Necdet güzelim alabalıkları tavada bir güzel kızartıyor.
Hasan içmiyor ama Necdet'le ben rakımızı da açıyoruz.
Balığı ağlatmak olmaz.
Ohhhh, Müvdet sayesinde harika bir hafta sonu akşamı
geçiriyoruz.
10.Bölüm
KÖYÜME GİDİYORUM
Deprem bölgesinden döndükten on beş yirmi gün sonra
sağlık ocağımdaki tadilat bitmişti. Susuz Merkez Sağlık
Ocağının kadrolu hekimi Dr. Kenan BİLEK te gelip göreve
başlayınca bana köy yolu görünmüştü. Taşınmadan son
bir kez kontrole gittim. Lojmandaki tadilat bitmişti. Daha
önce tutanakla Bayındırlık Müdürlüğüne bildirdiğimiz
eksikler için Bayındırlıktan mühendis kontrolörler
gelecekti. O gün Ayıboğanda oradaydı. Biraz onu izledim.
Ayıboğan gerçekten işinin ehliydi. Önce tomruğu gözüyle
süzüyor sonra baltayı tam damarına vuruyordu ve koca
tomruk ikiye ya da üçe ayrılıyordu. Bir günde bir ton
meşe odununu parçaladı ayıboğan . Artık kışa hazırdım.
Kasım ayının sonlarına doğru artık köyümdeydim.
Yolboyundan başka, Porsuklu, Akçakale ve Akçalar köyü
de bana bağlıydı. Şanslıydım, üç köyümde de ebe vardı
ve köyler ulaşımı kolay yerdeydi. Sadece Akçalar'a yazın
gidemiyorduk çünkü Kars çayını geçecek köprü yoktu,
kışın Kars çayı buz tutunca ciple üzerinden
geçebiliyorduk.
Sağlık Ocağımda Çıldırlı bir tıbbi sekreter Miraç Bey, Ordu
Perşembe'den yeni mezun kara kuru sessiz sakin ve her
daim hüzünlü Fatma Hemşire, Burdur Tefenni'den bütün
hayali bir kamyon alıp uzun yol şoförü olmak isteyen
Sağlık Memuru Yılmaz ve yine aynı köyden köylünün
DOKTOR diye çağırdığı müstahdemim Musa Efendi
vardı. Onun da tek hayali İzmit'e ya da Bursa'ya
göçmekti.
Tüm köylerim etnik açıdan karma köylerdi. Kürt, Azeri,
Terekeme, Yerli halktan oluşuyordu. Sadece Porsuklu
köyünde farklı olarak bir kaç Malagan aile vardı. Köyüm
Kars çayının kıyısında yaklaşık iki buçuk kilometre
boyunca çaya paralel uzanan Çıldır karayolunun iki
yanında ismi gibi yol boyunca uzanan bir köydü. Sağlık
Ocağı, İlkokul ve orta okulun olduğu meydan köyü tam
ortadan ikiye bölüyordu.
Köy hayatına beklediğimden hızlı alışmıştım ama zor olan
suyun ve ekmeğin olmamasıydı. Köyde yedi çeşme vardı,
ahali suyunu oradan çıngırlarla ( kovalarla ) taşıyordu.
Ama çeşme başında sırada bekleyenler ve su taşıyanlar
hep kadınlardı. Sağlık ocağımız personeli hemen o
sorunu da çözdü. Ortaokul öğrencilerinden iki kardeşi
ayarladılar, ben de 25 litrelik iki bidon aldım, sabah boş
bidonları kapıya bırakıyordum onlar doldurup
getiriyorlardı tabii cüzi bir ücret karşılığında. Herkes
ekmeğini kendi yaptığı için ( tandır ekmeği, lavaş ya da
yufka ) köydeki tek bakkal Cibo Dayı da ekmekte
satılmıyordu. Mecburen hafta sonu Kars'tan bir haftalık
ekmek ihtiyacımızı alıyorduk. Parasıyla yoğurt yumurta
istiyordum alamıyordum. Gerçi bu durum köylü beni
tanıyınca, bir de Orta okulda Kaymakam Beyin ricası
üzerine İngilizce öğretmenliğine başlayınca değişti. Artık
süt ve yoğurdu koyacak yer bulamıyordum. Hafta sonları
da ya Kars'a iniyordum, ya Susuz'a Öğretmen okuluna
gidiyordum ya da köydeki öğretmen arkadaşlarla Cemil'in
kahvesinde okey oynuyorduk.
11.Bölüm
ARSLAN ŞAYIR
Köye gelişimin ikinci ya da üçüncü günü,
Sağlık Ocağındaki odamda oturmuşum, Olcay Neyzi'nin
Çocuk Hastalıkları kitabını okuyorum. Uzmanlık sınavına
hazırlanıyorum.
Fatma Hemşire odanın bir köşesinde sessiz sakin
örgüsünü örüyor, Yılmaz ve diğerleri bahçede sigara
içiyorlar.
Odanın kapısında uzun upuzun bir adam belirdi,
zayıf,
kara kuru, avurtları çökmüş...
Dizlerinin altına kadar uzanan paltosuyla daha da uzun
gözüküyor.
Saygıyla kasketini çıkarıp koltuğunun altına koyuyor.
Kapıyı tıklatıp;
- Ben Arslan Şayır, diyor. Köyün muhtarıyım.

12.Bölüm
KRİSTALLER
Pazar sabahı,
gece kor gibi yanan sobanın feri geçmiş. Yorganın
altından çıkmak istemiyorum.
Pencerenin camına vuran sabah güneşiyle yıldız yıldız
buz kristalleri parlıyor. Oysa dün sabah bu kristaller uzun
çiçek yaprakları şeklinde uzanıyordu.
Sanırım soğuğun şiddetine göre buz kristallerinin şekli de
değişiyordu.
Kalkıyorum, çayı demliyorum. Buz kristalleriyle birlikte
kahvaltımı yapıyorum.
Sobayı yakacağım, su ısıtacağım, bir haftadır bekleyen
bulaşıklar yıkanacak.

13.Bölüm
CEMİL'İN KAHVESİ
Öğleden sonra Yılmaz sesleniyor.
- Doktor Bey, öğretmen arkadaşlarla Cemil'in kahveye
gidiyoruz, gelin isterseniz.
Bulaşık bitmiş, yapacak bir şey de yok.
- Tamam Yılmaz bekleyin geliyorum.
Yılmaz, Tacettin Öğretmen, Özden Öğretmen, Selahattin
Hoca, Cemal Hoca aşağı mahalleye doğru yürüyoruz.
Hava soğuk ama güneşli.
Köylüler ya duvarlara yaslanmışlar ya da duvar dibine
çömelmişler güneşleniyorlar. Selam vere vere ilerliyoruz.
Cemil'in kahvesinin camları buğulanmış, içerisi
gözükmüyor. İçeri giriyoruz.
-Selamün aleyküm ağalar,
Cemal Hoca hepimiz adına selam veriyor.
- Aleyküm selam, hoş gelmişsiniz.
Selamımız alınıyor.
Kahve tıklım tıklım dolu. Köşedeki masadakiler
ayaklanıyor.
- Buyrun hocalar böyle gelin.
Masayı bize terk ediyorlar saygıyla. Yerleşiyoruz.
Taş çekip okey dörtlüsünü belirliyoruz. Özden Hoca;
-Cemil yap hele sekizlik bir demlik.
Taşları dizerken köylüler birer birer gelip elimi sıkıp,
- Hoş geldiniz Tohtor Bey diye selamlıyorlar.
Sorular, sohbetler okey taşlarının şakırtısına karışıyor.
Bir el, bir el daha..
Bir sekizlik demlik, bir sekizlik demlik daha.
Köylülerin Cemal Hoca'ya takılmaları...
Akşam oluyor. Hesabı ödeyip kalkıyoruz.
Lojmanıma varınca giysilerime sinen sigara kokusundan
nefret ediyorum. Üzerimde ne varsa çıkarıp havalansın
diye bahçedeki çamaşır ipine asıyorum.
14.Bölüm
CİBO DAYI
Cibo Dayı,
Köyün tek bakkalı. Asıl adı Cebrail. Evinin bahçe
duvarının dışına yaptığı tek göz odada bakkallık yapıyor.
Bir de köpeği var. Ufak fino cinsi bir köpek. Burada
Kangalların yanında alışılmadık bir şey. Köylü de zaten o
yüzden köpek demiyor;
" Cibo'nun iti " diyorlar.
Bakkal dükkanında biraz kartof ( patates ), kuru soğan,
tuz, kıtlama şekeri, çocuklar için sakızlar, şekerlemeler...
başka bir şey yok...Ekmek yok... Yoğurt yok...peynir
yok...
Ben yalnızca tuz alıyorum. Donmasın diye tuvaletin
deliğine döküyorum. Yoksa tuvalet donuyor, kullanmak
mümkün olmuyor, sıcak su dökmekle de kolay kolay
erimiyor.
Benim sürekli tuz almam Cibo Dayının dikkatini çekmiş
soruyor:
- Tohtor Bey bu kadar tuzu n'apırsan ?
- Tuvalet donuyor Cibo Dayı, tuvalete döküyorum,
donmasın diye
- Tövbe de Tohtor Bey, tuz nimettir, helaya dökülür mü
hiç ? tövbe tövbe..
Cibo Dayı bana bir daha tuz satmayacak diye
korkuyorum.

15.Bölüm
EBUBEKİR'İN OĞLU
Bugün hava çok soğuk.
Yılmaz'ın lojmanındaki her akşam ki fasılımızdan sonra
lojmanıma geçtim.
Yılmazın 37 ekran siyah beyaz televizyonunda, hava
durumunda Kars'ı eksi 32 derecede olduğunu söylediler
ama sanki daha soğuk. Sanırım rüzgarın etkisi.
Demir çubuğumla sobamda eriyip kaynaşmış cizre
kömürünü parçalayıp ateşi canlandırıyorum, iki tane de
meşe odunu atıyorum. Işığı söndürüp yün yorganımın
altına giriyorum.
Sobanın döküm üst kapağı kora dönüyor ve ışık saçmaya
başlıyor ama başucumdaki termometre sadece 2
dereceyi gösteriyor.
Uyumuşum.
Gecenin bir yarısı kapımın yumrukla çalınması ile
uyandım.
Kapıyı açtığımda karşımda köydeki diğer kahvehanenin
sahibi Ebubekir duruyordu. Arkasında da ellerinde
dirgenleri ve fenerleriyle üç kişi daha bekleşiyordu.
Severdim Ebubekiri, saygılı, efendi bir köylüydü.
- Uyandırdım Doktor Bey, kusuruma bakma, lakin
ellerinden öper benim oğlan çok hasta. Bir gitsek de
bakıversen.
- Gidelim Ebubekir, çantamı alayım çıkalım.
Fakülte yıllarında okul çantası olarak kullandığım Bond
çantamı biraz değiştirip acil çantasına çevirmiştim.
İlaçlarımı, alüminyum kutusundaki cam enjektörümü,
hasta termometremi kontrol edip kapattım.
Paltomu giyip, atkımı sıkıca sardım, başlığımı taktım;
- Hadi gidelim Ebubekir, dedim.
Köyde her evde gece gündüz serbest olan kapı köpekleri
vardır. Bunlar tehlikesizdir ama hava kararınca, akşam
saat on'dan sonra gündüz zincirlerle bağlı kangal çoban
köpeklerini salıyorlar. İşte o saatten sonra evden çıkmak
biraz zordur.
Etrafımda ellerinde dirgen ve el feneri olan dört adam
ortalarında elimde fener ve doktor çantamla ben
Ebubekir'in evine yürüyoruz. Ayazla birlikte insanın
soluğunu kesen bir soğuk var. Yol takır takır buz.
Eve varıyoruz. Tahta kapıyı açıyor Ebubekir, yana çekilip
yol veriyor,
-Buyur Doktor Bey
Sarı ampulün zayıf ışığının aydınlattığı, zemini sertleşmiş
topraktan dar koridora geçiyorum. Koridordaki diğer
kapıyı açıyorlar. Zemini rabıta tahta döşenmiş genişçe bir
oda. Karşıda, duvarın dibinde yer minderi, halı ile kaplı ot
yastıklar. Pencerenin olduğu duvarın altında bir sedir.
Sedirin köşe tarafına üst üste yığılmış döşekler. Köşede
saçtan tezek sobası. Tezek sobasının havlete çevirdiği
odada, Ebubekir'in oğlunu odanın ortasına serdikleri yer
yatağına yatırmışlar.Yatağın çevresinde üç dört kadın
oturuyor. Evin kadınları başına toplanmış. Biz odaya
girince yaşmaklarıyla ağızlarını, burunlarını örtüp sessizce
dışarı çıkıyorlar. Bir Ebubekir'in karısı, çocuğun annesi
kalıyor. Çocuğun yanakları al al yanıyor. On iki, on üç
yaşlarındaki oğlan ateşten sayıklıyor.
Yanına çöküyorum, önce elimle alnına dokunup ateşini
kontrol ediyorum. Derecemi koltuk altına yerleştiriyorum.
Dereceyi beklerken dışarıdan bademciklerini kontrol
ediyorum. Ceviz gibi ele geliyor. Bir kaşık isteyip el
feneriyle boğazına bakıyorum, bademcikleri ceviz gibi,
boğazını kapatmış, üzerleri beyaz iltihap dokusuyla kaplı;
kriptik tonsillit diyorum.
Dereceyi alıyorum, ateş 39,5 derece
Tanıyı koydum ama usulen sırtını, göğsünü de
dinliyorum. Ebubekir'e
- Bir leğene su koy, bir de tülbent getir, diyorum.
Tülbendi ıslatıp, koltuk altına, boynunun yanlarına
yerleştirip soğuk uygulama yapıyorum. Çantamdan
aliminyum enjektör kutumu çıkarıyorum. Kapağını açık
cam enjektörü ve iğne ucunu örtecek kadar su koyup,
tezek sobasının üstüne koyuyorum. Enjektörü kaynayıp
soğuttuktan sonra, penisilin iğnesini çıkarıp hazırlıyorum.
Hafifçe yan çevirmelerini söyleyip enjeksiyonu
yapıyorum.
- Ebubekir, diyorum. Bir saat sonra terlemeyle beraber
ateşi düşer. Bu tülbendi kurudukça ıslatıp aynen koyun,
çocuğun üzerini örtmeyin. Şu haptan da bir tane içirin
diyerek parasetamol tablet veriyorum. Ha yarın sabah da
uğra iğnelerin devamını yazayım, Yılmaz eve uğrar
iğnesini yapar.
- Sağ olasın Doktor Bey, Biz seni ocağa bırakalım.
Geldiğim gibi dirgenli ve fenerli dört koruma eşliğinde
lojmanıma dönüyorum.

16.Bölüm
KARA TREN
Ayrılık,
Boz bir duman
Çekip giden trenin üzerinde...
Ve hüzün,
Çobanın yanık nefesinde.
Cumartesi.
Sabah Çıldır otobüsü ile Kars'a indim. Lojmanımda
düzgün bir banyo olmadığı için on beş günde bir
Kars'a şehir hamamına gidiyorum. Güzelce yıkanıp bir
de kese attırıyorum. Bugün de hamam günüm.
Hamam sefası sonrası Ordu Pazarına uğruyorum.
Burada Ordu Pazarı herkese açık. Haftalık
ihtiyaçlarımı alıyorum.
Bir lokantada öğle yemeğimi de yiyorum.
Kars'ta yapacak başka bir şey yok. Hele kış
mevsiminde. Bir kapalı sineması var, hala "Battal Gazi
Geliyor" oynuyor. Kentin tek eğlencesi Aşık
Kıraathaneleri.
Köyüme yol göründü. Lojmanıma giderim, sobamı bir
güzel canlandırırım, güzel bir çay demlerim. Öyle de
yapıyorum.
Orta oda, oturma ve yemek odam. Bir masa, dört
sandalyesi, sağlık ocağının ilaç dolabından devşirme
erzak dolabım, yerde de uyduruk bir makine halısı.
Hepsi bu.
Çayımı, Kars'tan aldığım bir kaç paket bisküviti
masama koyup oturuyorum. İsa Dayının evinin damı
üzerinden Kars çayının öte tarafındaki dağlar
gözüküyor. Her yer bembeyaz kar. Bir anda gözlerim
bu beyazlık içinde yavaş yavaş ilerleyen kara bir
tırtıla benzeyen Akyaka trenine takılıyor. Saat üç
buçuk. Akyaka treninin geçme vakti. Lokomotifinin
bacasından kara dumanlar yayarak ilerliyor ve boz
bulanık ufukta gözden kayboluyor.
Ve yukarıdaki mısralar dökülüyor kalemimden...
17.Bölüm
AŞIK ATIŞMALARI
Bir haftayı daha bitirdik. Cuma akşamı. Akşam
yemeğinden sonra her cuma akşamı - Susuz'a
gitmediğim günler - yaptığımız gibi Yılmaz'ın
lojmanında toplanıyoruz. Yılmaz, Özden Hoca, Soför
Mustafa, ben ve Tacettin Öğretmen. Yılmaz tezek
sobasını yakmış güzelce, dar uzun oda sıcacık. Saç
sobanın üzerinde çaydanlık kaynıyor. Biraz hoş beş
edip saza söze geçiyoruz. Çaylarımızı içerken Tacettin
Öğretmen sazını alıyor ve başlıyor çalmaya... Önceleri
içinden ne gelirse söylüyor, daha sonra hepimizin
ortak söyleyebileceği, fasıl yapabileceğimiz türkülere
geçiyor. Geceyi bitirirken, burada Tacettin
Öğretmenden duyup öğrendiğim, çok sevdiğim
türküyü istiyorum ben de.
Küstürdüm barışamam ayrıldım kavuşamam
Göz açtım seni gördüm yar ile konuşamam
Dert bende çare sende dert bende çare sende
Eylenmez yare bende yuvasız kuşlar gibi
Kalmışım perakende
Bu dağın ersesine uyandım yar sesine
Yarim keklik ben avcı düşmüşem ensesine
Dert bende çare sende dert bende çare sende
Eylenmez yare bende yuvasız kuşlar gibi
Kalmışım perakende
Ben garip eşim garip eşim yoldaşım garip
Öldüğüme gam yemem mezarda taşım garip
Dert bende çare sende dert bende çare sende
Eylenmez yare bende yuvasız kuşlar gibi
Kalmışım perakende
Vedalaşmadan önce Tacettin Öğretmen,
- Arkadaşlar Pazar günü öğleden sonra bir işiniz yoksa
Mezra Köyüne gidelim mi?, Orada bir aşık arkadaşım
var, beni davet etti, isterseniz hep birlikte gidelim.
Mustafa'nın işi yoksa Mustafa bizi götürsün.
-Benim işim yok, bulaşığı, çamaşırı yarın hallederim.
Özden Hoca ve Yılmaz,
- Biz de geliriz.
Bakışlar Mustafa'ya dönüyor. O da,
-Tamam, ben sizi Cibo Dayının dükkanının önünden
alırım, saat kaçta gidelim Tacettin Hoca?
- Öğle yemeğinden sonra, saat bir gibi çıkalım.
Pazar günü saat bir'de Mezra köyüne gitmek üzere
sözleşip dağılıyoruz.
Soğuk ama pırıl pırıl bir Ocak günü. Gökyüzü masmavi.
Güneş altında bembeyaz kar kristalleri parlıyor.
Lojmanımdan çıkıp Yılmaz'ın kapısını çalıyorum. Yılmaz
da hazır, çıkıyoruz. Dükkanı önünde güneşlenen Cibo
Dayı ile selamlaşıyoruz. Elinde sazı Tacettin Öğretmen ve
Özden Hoca da birlikte geliyorlar. Köyün yukarı
mahallesindeki caminin önünde Mustafa'nın minibüsü de
göründü. Ekip tamam.
Mezra köyü Susuz, Arpaçay yol ayrımına gelmeden
hemen önce merkeze bağlı büyükçe bir köy. Terekeme
köyü. Minibüsümüzle köye girip, bahçesinde tezeklerin
yığıldığı taş evin önünde duruyoruz. Önce köpekler
karşılıyor bizi. Köpeklerin havlamasına ev sahibi çıkıyor.
İki eliyle elimizi kavrayıp hoş geldiniz diyor. Çevreme
bakınıyorum. Bir kaç çatıları saç kaplama betonarme ev
hariç - bunlar Almancıların evleriymiş- diğer taş evlerde
pencere yok. Genişçe bir odaya buyur ediyor ev
sahibimiz. Bu oda da dört duvar, pencere yok. Sadece
tavanın ortasında, güneş ışınlarının bir huzme halinde
sızdığı bir pencere var. Güneş huzmesinin vurduğu yer
kör eden bir aydınlık gibi parlıyor. Çivit mavisine
boyanmış duvarların dibine serilmiş yer minderleri ve halı
kaplı sırt yastıkları daha loş. Odanın bir köşesinde saçtan
tezek sobası yanıyor. Duvardaki, iki geyiğin koklaştığı
orman sahnesinin resmedildiği ipek halının altına
yerleşiyorum. Diğer arkadaşlarda yer minderlerine
yerleşiyorlar. Ev sahibi tekrar tek tek hoş geldin deyip
hatırımızı soruyor. Aç olup olmadığımızı soruyor. Hep
birlikte,
- Sağ olasın, yemeğimizi yedik çıktık, diyoruz.
Biraz gündelik işlerden, köy hayatından, kardan kıştan
konuşuyoruz. Konuşmaları dinlerken süzülen ışık
huzmesinin yarattığı atmosfer altında içinde
bulunduğumuz oda, bu insanlar beni gerçek üstü bir
dünyaya taşıyor. Keşke diyorum fotoğraf makinem
olsaydı.
Ev sahibimiz Tacettin Öğretmene dönüyor,
- Eeee Aşık hazır mısan?
Tacettin Öğretmen sazını kucaklıyor, tezenesiyle tellerine
şöyle bir vuruyor. İnce parmakları tellerin üzerinde
dolaşırken bir giriş yapıyor.
Karşılıklı deyişler söylüyorlar, Aşık Murat
Çobanoğlu'ndan, Aşık İslami'den.
Yaşmaklı bir kadın elindeki tepsiyi yavaşça kapının önüne
bırakıyor. Ev sahibinin oğlu tepsiyi alıyor. İçinde kete
olan tepsiyi ortaya koyuyor, tek tek çaylarımızı dağıtıyor.
Saza söze biraz mola. Kete, kat kat yufkaların arasına ,
yine un ve tereyağının kavrulmasıyla hazırlanmış harcın
yerleştirilerek fırında pişirilen yerel bir çörek. Başta garip
gelmişti, hamur içinde yine hamur bir harç. Ama yedikçe
lezzetli gelmeye başladı.
Çaylar içildi, keteler yendi, bu kez iki aşık atışmaya
geçtiler. Onlar sırayla manilerini söyleyip atıştıkça bizler
keyifle gülüp alkışlıyorduk. Yaklaşık yarım sat kadar
atıştılar. Sonunda tamamladılar,
Tacettin öğretmen
Akıl yok kafanda içinde kovuk.
Kuyudan mı gelir sesin çok boğuk.
Buzdolabı gibi sözlerin soğuk.
Suları donduran kışa benzersin.
Ev sahibimiz aşık:
Bu meydanda seni çektim hesaba.
Ne ipe gelirsin ne geldin sapa.
Senden ne köy olur nede kasaba.
Dolunun yanında boşa benzersin.
Çok güldük, çok eğlendik çok alkışladık.
- Haydi, dedim Tacettin Öğretmene. Benim türkümü de
söyleyin de kalkalım akşam oluyor.
- Tamam Doktor Bey, dedi Tacettin Öğretmen.
İki aşık birden vurdular sazın tellerine;
"Küstürdüm barışamam ayrıldım kavuşamam..."
18.Bölüm
MİHRALİ
Perşembe...
Sabah Mustafa'nın minibüsüyle Kars'a indim. Sağlık
Müdürlüğüne teslim edilecek formları vermek için.
Evrakları teslim ettim, ambardan sağlık ocağı için gerekli
sarf malzemelerini aldım. Öğle yemeğini yedim. Ordu
Pazarından evimin ihtiyaçlarını aldım. Saat Üç buçukta
Mustafa'ya yetiştim.
Cibo Dayı'nın önünde inip, ilkokul ile sağlık ocağının
arasındaki boş arsadan - ya da benim yakıştırmamla köy
meydanından- yürüyorum. Birinin bana seslendiğini
duydum.
- Aya, aya Doktor Bey!
Döndüm sesin geldiği yöne baktım.
İlkokulun kapısında Mihrali öğretmen sesleniyordu.
- Doktor Bey hardan gelirsen ?
Hay koca Terekeme diye söylendim içimden. Öğretmen
olmuşsun, dilini bari düzelt be adam. Tamam köyde
yaşayan insanların, Terekeme halkının şivesi bu ama sen
artık bir öğretmensin. Çocuklara örnek olacak, güzel
Türkçemizi öğreteceksin. Ama Mihrali işte. Yurdumun
uzak bir köşesinde, kaderine terk edilmiş köyünde bu
kaderi kabullenmiş bir öğretmen. Ha bir de şark kurnazı.
Benim tıbbi sekreterim Miraç'ın, hatta müstahdemim
Musa'nın bile hayalleri, hedefleri var. Ama Mihrali
Öğretmenin yok. Kısır köy muhabbetleri içinde yuvarlanıp
gidiyor.
- Kars'tan gelirem. - Hay dilimi eşek arısı soksun, beni de
bozdular -
- Hara gidirsen,
- Önce sağlık ocağına gideceğim, sonra da eve. - Artık
lojmanımı benimsedim, ev demeye başladım. -
- Hüsamettin Efendi seni arayıftı. Orta okula bir uğra
istersen.
- Sağ ol Mihrali Hocam, elimdekileri ocağa bırakayım,
okula giderim.
19.Bölüm
ALLAH'IN EMRİ...
Kars'tan getirdiğim malzemeleri sağlık ocağına
bırakıyorum. Yılmaz ve Miraç Beyden gün içinde
yokluğumda bir şey olup olmadığına dair kısa bir bilgi
alıp orta okula yöneliyorum.
Öğrenciler derste. Cümle kapısının karşısındaki soğuk gri
boyalı kapıyı tıklatıp içeri giriyorum. Okul Müdürü
Hüseyin Bey masasında evraklara gömülmüş. Masanın
önündeki sandalye de Selahattin Hoca oturuyor.
Hüsamettin de sobanın başında ayakta duruyor.
- Selamün aleyküm.
- Aleyküm selam Doktor Bey, Hoş geldin
- Hoş bulduk Müdürüm, hoş bulduk arkadaşlar.
Hüsamettin Efendi beni aramışsın, Mihrali Hoca söyledi.
- Aradım Doktor Bey, Miraç Kars'a Müdürlüğe gittiğinizi
söyledi. Doktor Bey, bu akşam bizim evde kız isteme var.
Benim bacımı Allah'ın emriyle istemeye gelecekler.
Hocalarım gelecek, sen de gel istedim.
- Çok sağ ol Hüsamettin Efendi. Ben de çok isterim. Hem
sizin adetlerinizi geleneklerinizi de görmüş olurum. Ama
kalabalık etmeyeyim.
- Olur mu hiç Doktor Bey, başım gözüm üste yeriniz var.
- İyi o zaman. Selahattin Hocaya dönüp,
- Selahattin Hocam geçerken beni de alırsınız.
- Tabii alırız Doktor Bey.
- Saat kaçta olacak Hüsamettin efendi.
- Yatsı namazından sonra Doktor Bey.
- Tamam Hüsamettin Efendi. Ben kalkayım, akşama
yemek için bir şeyler yapayım akşam görüşürüz . Haydi
Hoşça kalın.
Akşam yemeği sonrasında Selahattin Öğretmen, Hüseyin
Öğretmen, Cemal Öğretmen eve uğrayıp beni alıyorlar.
Hepimizin elinde demir çubuklar ve el fenerleri. Karanlık
çöktü, köpeklere karşı tedbirli olmak lazım. Onlar
alışmışlar ama ben hala tedirgin olduğum için gurubun
ortasında yürüyorum.
Hüsamettin'in evine varıyoruz. Kapının önü ayakkabı,
cızlavet yığını. İçeri buyur ediyorlar. Geniş salona
erkekler toplanmış, diğer odalarda kadınlar oturuyor.
Karşılıklı hal hatır sormalar. İmamı bekliyoruz. İmam da
gelince törene başlanılacak.
İmam Efendi de geldi. Salondaki konuklar, oturdukları
yerde kıpırdanarak yavaşça duvar kenarına doğru çekildi,
safları sıklaştırdı. Salonun ortasında bir boşluk oluştu.
İmam Efendi kızın ve damadın vekillerini ortaya çağırdı.
Bizim Hüsamettin Efendi ile birlikte onun yaşlarında başı
takkeli birisi daha ortaya geldi, hoca efendinin karşısında
diz çöküp oturdular. Hoca efendi bir Euzubesmele çekti.
Cemaate dönüp kızın ve oğlanın vekilliklerini kabul edip
etmediklerini sordu. Herkes onayladı. Hoca Efendi bizim
Hüsamettin'e döndü.
- Allah'ın emri Peygamber efendimizin kavli ile vekili
olduğun kızımızı oğlumuza isteriz. Ne dersin.
- Remil söylesinler hoca efendi.
Oğlanın vekili bir rakam söylüyor. Hüsamettin de ses
yok, yere bakıyor.
Hoca bir kez daha soruyor;
- Allah'ın emri Peygamber efendimizin kavli ile vekili
olduğun kızımızı oğlumuza isteriz. Ne dersin.
Hüsamettin de yine ses yok. Oğlanın vekili biraz önce
söylediği rakamı biraz yükseltiyor. Hüsamettin hala yere
bakıyor.
Hoca tekrar Hüsamettin'e dönüyor, bir kez daha soruyor;
- Allah'ın emri Peygamber efendimizin kavli ile vekili
olduğun kızımızı oğlumuza isteriz. Ne dersin.Hüsamettin
hala dilsiz bir uşak. Salondakilerden homurdanmalar
başlıyor. Hadi artık, kabul et, bu kadar zorlama gibi
konuşmalar duyuluyor. Oğlanın vekili remil rakamını bir
kez daha yükseltiyor. Hüsamettin hala yere bakıyor,
düşünüyor gibi yapıyor. Sonra başını yavaşça kaldırıp,
- Verdim gitti; demesiyle birlikte, iki vekil canhıraş bir
şekilde birbirine sarılıp öpüşüyor. Bu sarılıp öpüşme de
damadın vekilinin dişleri bizim Hüsamettin'in kulağına
geçiyor. Hüsamettin'in yanağı kan içinde. İş başa
düşüyor. Biraz pamukla oksijenli su ile ilk pansumanı
yapıyorum. Pansuman sonrası Hoca Efendi tekrar
Euzubesmele çekip duaya başlıyor. Dua sonrası tepsi
içinde şerbetler dağıtılıyor. Artık herkesin stresi geçti.
Herkes birbiriyle sohbet ediyor. Biz de Hüsamettin'i
kutlayıp, hayırlı olsun, Allah tamamına erdirsin
dileklerimizle izin istiyoruz.

20.Bölüm
DURUN KAR TANELERİ
İzmir'den ayrılalı üç ay oldu. Susuz'da iken her cumartesi
günü Aydan'la görüşüyordum. Evlerinin bir kaç sokak
ötesinde oturan aile dostlarında telefon vardı. Telefon
herkesin evinde olmayan bir lükstü. Sahip olmak için
PTT'ye yazılır, sıraya girersiniz. Sıranın size gelmesi beş
on yılı bulabilirdi. Ben cumartesi günleri Yatılı Öğretmen
lisesi müdürü Hamit Abi'nin odasına oturur, ( Hamit
Abi'nin bana tanıdığı bir ayrıcalıktı.) manyetolu
telefondan santralı arar, numarayı verir beklerdim. Susuz
PTT' sine telefon girişleri otomatik değildi ama her ne
hikmetse çıkışlar otomatikti. Çok beklemeden santral
bana numarayı bağlar, ben Saniye abladan Aydan'ı
çağırmasını ister, telefonu kapatırdım. O da küçük
oğluyla Aydan'a haber gönderir, çağırırdı. Ben yarım saat
sonra aynı yollardan tekrar arardım.Kırk beş dakika bir
saat konuşurduk özlemle. PTT memuresi de bu aşka bir
kıyak çeker 45 dakikalık görüşmeyi üç dakika olarak
gösterirdi.
Köye geçince işler zorlaştı tabii. Haftalık telefon
görüşmelerinin yerini uzun upuzun mektuplar aldı. Özlem
dolu mektuplar.
Neyse yeni yıl geliyordu. Kafama koymuştum, kara kış da
olsa İzmir'e gidecektim. Köy sağlık ocağında arayan
soran olmuyordu nasıl olsa. Kars'a indiğim bir hafta sonu
Doğu Kars otobüs firmasından biletimi aldım.
Köye haber saldım İzmir'e götürmek için bir de hindi
aldım. Köylüye, sen de dursun ben gideceğim gün alırım
diyerek parasını da ödedim. Öğleden sonra adam elinde
hindinin parası sağlık ocağına geri geldi. Hep birlikte
oturduğumuz odaya girdi;
- Tohtor Bey, dedi. Bizim karı hindiyi satmıyor.
Bozuldum ama ocak personeli hep birlikte çok güldük.
Miraç Bey her zaman ki Polyanna ruhuyla;
- Üzülme Doktor Bey, Zaten otobüse canlı hayvan
almazlar, uğursuzluk getirir derler. Alsalar da bagajda
Ankara'ya kadar donar ölürdü hayvan.
Odanın penceresinden gökyüzüne bakıyorum. Gökyüzü
boz bulanık. Tam kar havası. Zaten üç gündür hiç
durmadan yağıyor. Lojmanımın kapısının önünde diz
boyunu geçti kar. Yolculuğuma da bir hafta var. Yol
zorlu. Hele hele Sakaltutan ve Kızıldağ geçitleri.
Fatma Hemşire Hanım da her zaman ki hüzünlü bakışları
ile dışarıya bakıyor. O'nun daldığını fark eden Miraç Bey
yine Polyannacılık oynuyor.
- Üzülme Hemşire Hanım, bak karlar eriyecek, çiçekler
açacak, kelebekler uçacak, koyunlar kuzulayacak sen de
memleketine gidersin.
Benim kulaklarımda ise Nilüfer'in şarkısı;
" Yollar benim umudumdur
Yolları kapatmayın,
Yağmayın yollarıma
Durun kar taneleri..."
21.Bölüm
YOLCULUK
Mustafa'nın minibüsünün kornası çalıyor.. Akşam
Yılmaz'ın evinde hep beraber çay içip saz çalıp türkü
çığırmıştık. Sabah Kars'a giderken beni de almasını
tembihlemiştim.
Akşamdan hazırladığım valizimi aldım, atkımı sarıp
paltomu giyindim sıkıca. Mustafa dolmuşuyla Sağlık
Ocağının kapısının önündeydi. Beni görünce minibüsten
indi valizimi alıp arkaya bagaja yerleştirdi. Bu arada ben
de şoför mahalline yerleştim.
Minibüste köyün aşağı mahallesinden bir kaç yolcu daha
vardı, selamlaştık.
- Selamün aleyküm
- Ve aleyküm selam.
Mustafa bizim köyün minibüs şoförü. Ufak tefek bir
adem. Aslında Trabzon'lu. Nasıldır nedendir bilmem
buraya gelip yerleşmişler. Ford minibüsü ile köy ile Kars
arasında taşımacılık yapar. Sabah saat sekiz gibi Kars'a
gider akşamüstü saat üç buçuk oldu mu köye döner.
Çıldır otobüsleri dışında köyün tek toplu ulaşım aracı
odur.
Köyün girişinde, köyden beş - altı yüz metre dışarıda,
köprü karakolunun karşısındaki Ruslardan kalma su
değirmeninin yanındaki evde oturuyorlar. Sakin, efendi
birisi. Akşamları Yılmaz'ın evde toplandığımızda zaman
zaman o da gelir katılır bize.
Yukarı mahalleye doğru yolcuları teker teker toplayarak
gidiyoruz. Minibüs doldu. Şoför mahallini de üçledik.
İzmir otobüsüm öğleden sonra üçte. O zamana kadar
Kars'ın Ruslardan kalma düzenli caddelerinde
dolaşıyorum, taş binaları seyrediyorum. Kars Kalesi kar
içinde siyah bir siluet gibi yükseliyor. Öğle yemeği için bir
lokantaya giriyorum. Yolda midemi bozmasın diye etsiz,
hafif bir şeyler yiyorum. Yemekten sonra terminale gidip
yazıhanede oturuyorum.
Vakit geldi, yolcularımızı aldık ve yola çıktık. Selim'i,
Sarıkamış'ı ardımızda bırakıp Karakurt'tan Erzurum
yoluna dönüyoruz. Hava da karardı, karanlık çöktü. Artık
dışarısını göremiyorum, camdan bakmaya çalıştığımda
camda kendi yansımamı görüyorum sadece. Uzun bir
yolculuk beni bekliyor.
Akşamım karanlığında bembeyaz bir yoldaki teker
izlerinden ilerliyoruz. Az önce Pasinler tabelasını geçtik.
Bir kaç kilometre sonra da aniden otobüsün farları dahil
bütün ışıkları söndü. Yolun ay ışığı ile parlayan beyazlığı
dışında bir ışık yok. Şoför otobüsü sağa çekti, orasını
kurcaladı, burasını kurcaladı, sigortalarına baktılar arızayı
bulamadılar. El feneri ile arkamızdan gelen bir kamyonu
durdurduk. Kamyoncuya derdimizi anlatıp onun arka
lambalarını takip ederek Erzurum'a kadar gideceğiz.
Başlangıçta planladığımız oldu ama kamyon giderek arayı
açınca yine karanlıkla baş başa kaldık. Şoför, muavini ön
cama yerleştirdi, eline de el fenerini verdi. Ve biz
Erzurum'a kadar yaklaşık yirmi beş otuz kilometreyi el
fenerinin ışığında geldik.
Erzurum'da otobüsün elektrik sistemini onarıyorlar, yarım
saat gecikme ile yola devam ediyoruz. Gecenin
karanlığında önce Sakaltutan daha sonra da Kızıldağ
geçitlerini sorunsuz geçiyoruz.
Sabaha karşı Ankara otobüs terminaline giriyoruz.
Kendimi İzmir'e gelmiş gibi hissediyorum. Ayağımdan
yün çoraplarımı çıkarıp normal çorap giyiyorum. İçimdeki
yün içliği çıkarıyorum ne de olsa İzmir'e yaklaştık. Sekiz
saat sonra özlem bitecek.
Dört günlük bıraktığım eşime, anneme, babama
kardeşlerime kavuşacağım.
Gözlerim nemleniyor hafifçe.

22.Bölüm
KEÇİLİ
Sömestr tatili bitti. Ben de İzmir'den köyüme
tazelenmiş olarak döndüm. Gerçi bu kez ayrılmak
daha zor oldu ama yapacak bir şey yoktu.
Sağlık Müdürlüğünden gelen yazı aşı kampanyasını
bildiriyordu. Ben de bu kampanya süresince Susuz
Merkez Sağlık Ocağında çalışacaktım. Bir kaç parça
eşya hazırlayıp Hasan'dan Müvdet'in beni almasını
istedim. Kenan'la birlikte onun lojmanında
kalacaktım.
Üç meslektaş Susuz'un yirmi sekiz köyü için bir
planlama ve görev bölümü yaptık. Bu karda kışta bazı
köylere ulaşmak zor olacaktı ama gidebildiklerimizin
aşılamalarını yapacaktık.
Müvdet, hemşire hanım ve ben o gün planladığımız
iki köyün aşılamasını erken tamamlamış Susuz'a
dönüyorduk. Hava koyu gri bulutlarla kaplıydı.
Müvdet,
- Tohtor Bey bu gece tipi geliyor. Yarın aşıya
çıkamayabiliriz. İstersen yolumuz üzerindeki Keçili
köyüne de girelim. Saate baktım. Üç'tü. Keçili ufak bir
köydü. Bir saatte toparlarız diye düşündüm. Hemşire
Hanımdan köyün listesini kontrol etmesini ve yeterli
aşımız var mı bakmasını istedim. Liste düşündüğüm
gibi kalabalık değildi ve aşımız da vardı.
- Tamam Müvdet, çıkmışken Keçili'yi de aşılayalım
dedim.
Müvdet, ana yoldan ayrılıp Keçili yoluna girdi. Daha
doğrusu karla kaplı tarlaya daldı. Yol, iz olmayan
karın üzerinde ağır ağır ilerliyorduk. Köy yaklaşık bir
kilometre ötemizdeydi. Alacakaranlık inmek üzereydi.
Uzakta köyün ışıklarını ve taş yapıların karartısını belli
belirsiz seçtiğimiz an cipimiz durdu. Müvdet ne
olduğunu anlamak için arabadan indi. Ben de indim.
Cipimiz kütük yapan karda askıda kalmış dört teker
boşta dönüyordu. Tek yapılacak iş karı küremekti.
Bunun için de köye yürümemiz gerekiyordu. Ama
köyün köpekleri, kangallar daha o mesafeden bizi
görmüşler çılgınca havlayarak bize doğru geliyorlardı.
Uzaklarda bir kaç karaltı bir şeyler yapıyorlardı.
Müvdet bir yandan korna çalıyor, bir yandan da
- Halooooo, Haloooo(*), diye bağırıyordu.
Sesimizi duyuramazsak burada mahsur kalıp, gece
donmak hiçten bile değildi.
Köpeklerin havlamalarını mı, arabanın kornasını mı
pek sanmıyorum ama Müvdet'in Halooo, Haloooo
diye bağırmasını mı duydular, karaltılar bize doğru
gelmeye başladılar.
Bana asırlar gibi gelen bir süre sonra yanımızdaydılar.
Hemen kürekle cipin altındaki karı küremeye
başladılar. Bir saat kadar sonra cipimizi yola indirmiş
yönünü Susuza çevirmiştik. Keçiliyi aşılamayı daha
sonraki günlere bıraktık. Bizi kurtaran köylülere
teşekkür edip Susuz'a doğru yola çıktık.
(*) Dayııııı, Dayıııı
23.Bölüm
KÖPRÜ KARAKOLUNUN ASKERLERİ
Aşı kampanyasını tamamlayıp yeniden köyüme,
evime döndüm.
Hafta boyunca biriken hastalarıma baktım, biriken
kırtasiye işlerini hallettim. Orta okulda ara vermek
zorunda kaldığım İngilizce öğretmenliğine yeniden
başladım.
Şubat ayının son günleri yaklaşıyor. O zemheri
soğukları geçti. Pazar günü öğleden sonra Yılmaz'la
sağlık ocağının bahçesinde dolanıyoruz. Yılmaz,
- Doktor Bey bugün hava çok güzel istersen kahveye
gitmeyelim.
- Haklısın Yılmaz, ben de o sigara dumanı içinde
oturmak istemiyorum. Ne yapalım dersin?
- Köyün girişinde Mustafa'nın evinin oradaki köprü
karakolunu biliyorsundur Doktor Bey. İstersen oraya
kadar yürüyelim, onları ziyaret edelim.
- Olur Yılmaz hadi gidelim.
Köyün yukarısına doğru yürüyoruz. Kapı köpekleri
güneşin altında miskin miskin uyuyorlar. Damızlık
bırakılmış kazlar birbirini kovalıyor, arada bir
ayaklarının ucunda dinelip, kocaman kanatlarını açıp,
uzun boyunlarını tehditkar bir şekilde ileri uzatarak
bağrışıyorlar.
Köy ardımızda kaldı. Bu kez yokuş aşağı çayın
kenarından yürüyoruz. Taş köprü görünüyor.
Köprünün yol tarafında hafif bir yamaca kurulmuş,
çevresi bahçe duvarı ile çevrilmiş köprü karakoluna
ulaşıyoruz. Kapıdaki nöbetçiye selam verip
komutanını soruyoruz.
Biraz sonra karakol binasının kapısında beliren çavuş
bizi içeri davet ediyor.
Adı Levent, İzmir'li. Hem de Basın Sitesinden. Şu
Allah'ın işine bak. İzmir neresi Kars neresi. İki
hemşeri buluşuyoruz. Çokça İzmir'den konuşuyoruz.
Sonra Levent köprü karakolunu anlatıyor.
- Bir manga askeriz diyor. Şu köprüyü bekliyoruz.
Görevimiz herhangi bir Rus saldırısı olursa bu
köprüye dinamitleri yerleştirip köprüyü imha etmek.
Rus ordusunu belli bir süre durdurmak, oyalamak.
Anlamıyorum ama anlamış gibi yapıyorum. Askerliğini
yapmış arkadaşlarımın her zaman dediği gibi; "
Askerlikte mantık aramayacaksın"
Karakol binasının girişinin orta yerinde kocaman bir
kuzine var. Bununla hem ısınıyorlar hem yemeklerini
pişiriyorlarmış. Bir aşçıları var ekmek dahil tüm
yiyeceklerini o yapıyor. Köprünün karşı yakasında
Mustafa'nın evinin ve su değirmeninin yaslandığı
tepede de nöbet tutuyorlarmış. Eeee haliyle nöbetsiz
askerlik olmaz.
İkram ettikleri çaylarımızı içiyoruz. Ayrılırken Levent
bizi haftaya, tuzak kurup avladıkları ve kuzine de
pişirdikleri karatavuk ziyafetine çağırıyor.
- Geliriz diyoruz, yanımıza Aşık Tacettin Öğretmeni de
alır geliriz. Sizin de bir ihtiyacınız, rahatsızlığınız
olursa çekinmeden Mustafa ile haber gönderin.
Yavaş yavaş köye yürüyoruz. Son dönemeçte köyüm
göz alabildiğince önümde uzanıyor.
24.Bölüm
AV
Yine bir cumartesi öğleden sonrası. Çamaşırlar
yıkanıp asılmış, bir haftadır biriken bulaşıklar yıkanıp
kurulanmış. Ellerim çamaşırcı eli gibi buruş buruş.
Öğle yemeği sonrası Yılmaz sesleniyor. Birlikte
Cemil'in kahveye gidiyoruz. Bu kez yanımızda bizim
köy sağlık ocağına yeni atanan Gönül Ebe Hanımın
eşi Efendi de var. Efendi, eşi Gönül Ebe gibi ince
uzun bir adam. Bizden bir kaç yaş büyük sanırım.
Kamyon şoförü. Hem de Yılmaz'ın hayalindeki gibi
uzun yol şoförü. Trabzon, İran arasında yük çekiyor.
Bu yüzden Yılmaz ile hemen dost oldular.
Güneşli, güzel bir kış günü. Artık Şubat ayının sonu
geldi. Bir kısım köylü kahvenin önünde güneşin ısttığı
duvar önünde sohbet ediyor. Biz selam verip kahveye
giriyoruz. Kahve ahalisi topluca selamımız alıyor.
- Aleyküm selam.
Cemal Hoca, Özden Hoca, Selahattin ve Tacettin
Hoca bizden önce gelip okey karesini kurmuşlar. Birer
sandalye çekip yanlarına oturuyoruz. Okey taşlarının
şakırtıları arasında hal hatır soruluyor. Yeni bir
sekizlik demlik çay söyleniyor.
Bir kaç el sonra oyun bitince kaybeden üç kişi
kalkıyor, kazanan Özden Hocanın yanına biz yeni ekip
yerleşiyoruz. Taşlar şakırtılarla karıştırılıp yeniden
dağıtılıyor. Yeni oyuna yeni bir sekizlik demlik çay
söyleniyor tabii.
Günün sonunda teklif Efendi'den geliyor;
- Hocalar, yarın ava çıkalım mı?
İşi olan bir iki dışında teklif kabul görüyor. Pazar
sabah saat dokuzda buluşmak üzere sözleşip
ayrılıyoruz. Bana da bir tek kırma ayarlayacaklar.
Gerçi benim amacım avlanmaktan ziyade, çevreyi
dolaşmak belki bir iki tilki ya da tavşan görmek.
Eve gelip sobamı tazeliyorum, yemeğimi ısıtıp
yedikten sonra biraz ders çalışıp biraz da şiir
defterime bir şeyler karalıyorum.
"El ayak çekilince
Kısa ikindilerden,
Kalıverince bir başıma
Kara geceyle,
Bir bardak çayın paylaştığı
Yalnızlığımda,
Ya aynalarla konuşurum,
Ya da resminle...
. . .
Sabah dokuzda sözleştiğimiz gibi Cibo Dayının bakkal
dükkanının önünde buluşuyoruz. Yılmaz, Efendi,
Tacettin, Özden, Mihrali ve ben. Altı kişiyiz. Benim
tek kırmayı Mihrali getirmiş. Eski püskü bir şey, ateş
edeceği bile şüpheli. Fişekleri paylaşıyoruz. Silaha
birer fişek yerleştirip yola çıkıyoruz. Köyden ayrılıp
Kars çayının diğer yakasına geçip tepeyi
tırmanıyoruz. Efendi ile Mihrali rehberimiz. Biz avcı
kolunda onları izliyoruz. Şubat güneşiyle erimiş,
kütük özelliğini yitirmiş karda bata çıka ilerliyoruz.
Görebildiğimiz sadece izler. Ne bir tavşan ne bir tilki
... Sonsuz beyazlıkta ardımızda derin izler bırakarak
yürüyoruz. Epey bir dolaştıktan ve bir fişek bile
sıkamadan Köyün alt tarafındaki Mustafa'nın
değirmenine giden su arkına ulaşıyoruz. Bata çıka
yürümek hepimizi yordu. Su arkının kıyısından
ilermeye devam ediyoruz. Arktaki su donmuş, buz
halinde. Üzerinde ince bir tabaka rüzgarın savurduğu
kar var. Efendi arkın üzerindeki buzun üzerinden
yürümeye başlıyor bir ara. Biz buzun kırılacağından
endişeli arkın iki yanındaki daha ince kar tabakası
üzerinde yürüyoruz.
Ve bir anda korktuğumuz oluyor. Bir çatırtı sonrası
Efendi görüntüden kaybolup arkın içindeki suya
gömülüyor. Hemen kıyıdan dal parçaları uzatıp
tutunmasını sağlıyoruz. Mihrali ile Tacettin karın
üzerine yatıp Efendi'nin ellerinden tuıtarak yukarıya
çekiyorlar. Efendi su içinde. Bütün giysileri
çamaşırları ıslanmış durumda. Herkes üzerinden bir
çamaşır, giysi çıkarıp Efendi'ye veriyor. Efendi bir
çalı arkasında ıslak çamaşırlarını çıkarıp bizim
verdiğimiz kuru giysileri giyiyor. Efendi'yi avı bırakıp
köye dönmeye ikna ediyoruz. Biz bir süre daha
dolanıp gördüğümüz bir kaç karatavuğa ateş edip,
hiçbirini vuramadan köye eli boş dönüyoruz.
Aslında şu Efendi'nin kazası olmasaydı tam da benim
düşündüğüm gibi keyifli bir doğa yürüyüşü olmuştu.
Ama aklımın bir köşesi,
ya su Efendi'yi arkın ilerisine doğru sürükleseydi,
ya Efendi düşerken elindeki tüfek ateş alsaydı,
birimizi yaralasaydı diye düşündüğünde bu keyif
ağzımda buruk bir tad bırakıyor.
Eve dönünce sobadaki ateşi demir çubuğumla
canlandırıp, sıcak bir ıhlamur yapıyorum kendime.
Elime şiir defterimi alıp şu dizeleri karalıyorum.
Ben
Yalnız çoban,
Uçsuz Zaim yaylalarında
Sensiz, yalnız ve umutsuz
Umutlarımı güdüyorum.
Bugünkü av partisinden avlayabildiğim bu dizeler
oluyor yalnızca.
25.Bölüm
TEREKEMELER
Cemreler düştü. Hava gündüz saatlerinde daha sıcak.
Öğle yemeği arasında - aslında burada saat kavramı,
mesai kavramı yok, her daim mesaideyiz.- sağlık
ocağının güney duvarındaki ahşap bankta
oturuyorum. Öğle olduğunu karnımın acıkması ve
okulun paydos zili çalınca fark ediyorum. İlkokuldan
sağlık ocağımıza doğru karlar içindeki patikadan uzun
ince bedeniyle Tacettin Öğretmen geliyor.
- Merhanba Doktorum.
- Merhaba Tacettin Hocam. Kış güneşinin keyfini
çıkarıyorum. Dinle bak, kış güneşiyle eriyen karların
sesini, minik dereciklerin sesini dinliyorum.
- Doktor Bey dikkat et, güneş çarpmasın!
Birlikte gülüyoruz.
- Tacettin Hocam sana bir şey soracağım. Sen de
Terekemesin değil mi?
- Evet Doktor Bey Biz de Terekemeyiz.
- Nedir Hocam bu Terekeme bir anlatsana.
- Anlatayım Doktorum. Bizim Kafkasya'da Terek Irmağı
kyılarında yaşayan atalarımız. Borçalı ve Kazak boyundan
gelen Kıpçak, Kuman, Bulgar ve Hazar Türklerinin
Ön-Asya’daki koludur. Bu boya iki isim birden verilmiş.
Bu isimler; Karapapak ve Terekeme’dir.
Terekemelerin ilk göçü 1800 lü yıllara kadar gitmektedir.
1828 yılında Türkmençay Antlaşması ile kuzey
Azerbaycan’daki yurtları Borçalı ve Kazak bölgelerinden
ayrılarak Kars’a gelmişler. Bir kısmı ise İran
Azerbaycan’ına(Güney Azerbaycan) göç etmiş.. 1904
yılında 90-100 hanelik bir Terekeme öbeği Anadolu’ya
gelmiş. Bir kısmı yine Kars’a, bir kısmı Ağrı ve Adana’ya
yerleşmişler.
Ancak günümüzde bölge halkıyla kaynaşmış durumlar.
1921 yılında bir kısım Terekeme daha Tiflis, Borça ve
Kazak bölgelerinden Kars’a gelmişler.
Dilimiz Azeri Türkçesine benzer ama Azeri değiliz.
Genellikle Uzun boylu yapılı esmer kişileriz.
Ha benim aşıklığım da soyumdan gelir. Terekemeler
arasında aşıklık geleneği çok gelişmiştir. Murat
Çobanoğlu, Aşık Şenlik bizim usta aşıklarımızdır.
Misafirperver, heyecanlı, hızlı konuşan insanlarızdır.
Yemeklerimiz de ünlüdür. Kete yemişsindir. Hanıma
söyleyeyim de sana bir Hangel pişirsin. Bir de piti'miz
var.
- Aman aman Piti'yi bana söyleme. Kars'a ilk geldiğimde
bir lokantada yedim, iki gün ishalden öldüm.
- Keçi etiyle yaptılarsa ondandır Doktorum. Alışkın
olmayanı keçi eti bozar.
- Hadi Doktorum bana müsaade. Çocuklar gelmiştir,
okula döneyim.
-Sağ ol Tacettin Hocam. Sohbet için teşekkürler yeni
şeyler öğrendim sayende.
Tacettin Öğretmen gidince şöyle bir gözümün önünden
geçirdim tanıdığım insanları. Muhtar Arslan Şayır, Özden
öğretmen, Tacettin öğretmen, İsa Dayı, Cibo Dayı...
Hepsi efendi, lafını sözünü bilen, saygılı, misafirperver
insanlardı. Köye geleli iki, üç ay olmasına rağmen sıcak
bir dostluk gelişmişti aramızda.
Şanslı bir kura çekmişim diye düşündüm.
26.Bölüm
KADERİMİZ ÇİZİLİYOR
Öyle ya da böyle yeni hayatımı oturtmuşken, kendimi
nisan ya da mayıs ayında yapacağım düğüne, eşimi
buraya getirmenin planlarına ve ekim de yapılacak
Uzmanlık Sınavlarına odaklamışken tüm planlarımızı
bozan haber geldi. Askerliğimiz tecil edilmemişti ve Nisan
celbinde askere gidecektik.
Hasan da benimle aynı durumdaydı. Ne yapacağımızı
düşünürken ilçe jandarma komutanı başçavuş bize
Kars'taki Askerlik Şubesi başkanına yönlendirdi. Hasan'la
birlikte Askerlik Şubesi Başkanı Üsteğmenin yanına çıktık.
Durumumuzu anlatıp yardım istedik. Bize Mart'ın son
haftası askerlik şubesine gelmemizi, bir dilekçe yazıp
sağlık nedeniyle bir yıl tecil istememizi, kendisini de bizi
Sarıkamış askeri hastanesine sevk edeceğini söyledi.
Yanından mutlu ve umutlu ayrıldık, sorunumuzun
çözüleceğine dair ümidimiz artmıştı.
Üsteğmenin dediği gibi Mart ayının son haftasında
Hasan'la birlikte üsteğmenin yanına gittik. O da dediği
gibi sevk evraklarını hazırlayıp bizi Sarıkamış Askeri
Hastanesine gönderdi. Ertesi sabah erkenden Sarıkamış
Asker Hastanesindeydik. Nizamiye de geliş nedenimizi
anlatınca bizi doğru baştabibin makamına getirip emir
subayına teslim ettiler.
Yaklaşık onbeş dakikadır Hasan Çalış'la karşılıklı yüksek
tavanlı, taş duvarlı geniş makam odasında Atatürk'ün
mareşal üniformalı büyük boy fotoğrafı ve onun yanında
Türk Bayrağımız ve Birlik Sancağının önündeki gösterişli
makam masasının önünde deri koltuklarda sessiz ve
düşünceli oturuyoruz.
Oysa sabah ne umutlarla gelmiştik. Sarıkamış Askeri
Hastanesinin Baştabibi Psikiatrist Albay'ın emir subayının
odasında sessizce otururken ceviz ağacından geniş kapı
açılıp ta Tabip Albay emir subayına;
" - Doktor hiç kapıda bekletilir mi ? " diye fırça atınca
umutlarımız nasıl da artmıştı. Ve biz safdillikle ya da
psikiatrist olmasının avantajıyla dileğimizi safiyane
söyleyiverdik. İkimiz de yeni mezun olmuştuk, Nisan
ayına ve Mayıs ayına düğün hazırlıklarımızı yapmıştık,
eşlerimizi alıp gelecektik, TUS'a hazırlanacaktık ama
askerliğimiz tecil edilmemişti, sağlık nedeniyle bir yıllık
erteleme istiyorduk alt tarafı. Tabip Albay bizi babacan
tavırlarla dinlemiş ama son sözü;
" - Ben bugüne kadar kimseye böyle rapor vermedim
ama sizin için bir ayrıcalık yapacağım, ikinizden birine bu
raporu vereceğim. Kimin raporu alacağına siz karar verin
" diyerek bizi Hasan'la baş başa bırakmıştı.
...Ve biz on beş dakikadır Hasanla karşılıklı düşünceli bir
şekilde oturuyoruz. Birimizin rapor alması tamam da
diğerimiz ne olacak. O soruya da Baştabip Albay'ın
gönderdiği Genel Cerrah Yüzbaşı çözüm buldu. Birimiz
raporu alacak, Susuza dönünce diğerine 10 günlük rapor
verecek ve bakaya kalacak. Bakaya mahkemesinin
sonuçlanması da hemen hemen bir yılı bulacağı için
diğerimiz için de sorun çözülmüş olacaktı. Raporu
Hasan'ın almasına karar verdik ve konuştuğumuz gibi
Susuza dönünce Hasan da bana rapor verdi.
Ve İzmir'i arayıp alelacele düğün hazırlıklarına
başlamalarını söyledim. 9 Nisan da İzmir'e döndüm ve 12
Nisan da düğünümüzü yaptık ve 20 nisan gibi bu kez
Aydan'la birlikte köye döndük. Ben tüm bu işlerle
uğraşırken aniden ortadan kaybolmam ve Aydan'la
birlikte köye dönmem köyün çalkalanmasına neden oldu.
Dolaşan söylentiye göre ben İzmir'e gidip kız
kaçırmıştım. Oralarda kız kaçırmak şanlı bir iş olduğu için
köy içinde benim de saygınlığım artmıştı.
Ama askerlik beklentimiz beklediğimiz gibi olmadı. Hep
yavaş işlediğinden yakındığımız Adalet benim için hızlı
işledi ve iki ay içinde askeri mahkemeden takipsizlik ve "
Kovuşturmaya gerek yoktur " kararı geldi. Bir sonraki
celpte askerlik yolu görünmüştü.
Dönelim biz yine köyümüze.. Eşim Aydan'la birlikte köy
yaşamına ayak uydurmaya çalışıyoruz. Ben orta okulda
İngilizce derslerine girmeye devam ediyorum, sağlık
ocağında gelirse iki üç hasta onları muayene edip reçete
yazıyorum. Geri kalan zaman benim için personelimle ve
öğretmen arkadaşlarla sohbetle geçiyor. Ara ara arka
komşum İsa Dayı ile birlikte arı kovanlarını kontrol
ediyoruz. Artık yaz geliyor kovanların bakımının yapılması
gerekiyor, kraliçe arı ne durumda, yeni yumurtalar var
mı? Yavaş yavaş arıcılığı da öğreniyoruz. Örneğin
arılarının girip çıktığı kovan deliğinin önünde durmazsan
arılar sana ilişmiyor.
Aydan komşu kızlarla arkadaş oldu. Özellikle Fatma ile.
Fatma her gün su taşıyor, yemek yapıyor, ayran aşı
yapmak için evinin önünden madımak topluyor, haftada
bir gün tandırı yakıp ekmek pişiriyor. Aydan da onunla
sohbet ediyor, arkadaşlık ediyor. Sekreterim Miraç'ın eşi
Aydan'a destek oluyor. Kısacası günler geçip gidiyor.
Bakaya davamızda sonuçlanıp Ağustos celbinde askere
girmemiz kesinleşince artık gün sayıyoruz.
27.Bölüm
MİRAÇ BEY GİDİYOR
Aydan'la birlikte köye döneli henüz bir ay olmuştu.
Sağlık Müdürlüğüne evrakları vermek için Kars'a
giden Miraç Bey akşam üzeri köye döndü. Biz de
Yılmaz ve Musa Efendiyle ocağın bahçesinde
Yılmaz'ın arılarını seyrediyorduk. Bizi gören Miraç Bey
doğrudan yanımıza gelip selam verdi.
- Selamün aleyküm.
- Aleyküm selam Miraç Bey hoş geldin.
- Hoş bulduk Hocam
Miraç Beyin sesinde saklayamadığı bir sevinç ve
mutluluk vardı. Ama bir yandan da kendini
frenlediğini hissediyordum.
- Hayrola Miraç Bey, Müdürlükte bir şey mi oldu.
- Hayır, hayır, Doktor Bey, Benim tayin işim olmuş,
Samsun'a tayinim çıktı. Eğer siz muvafakat verirseniz
işleme koyacaklar.
Samsuna gitmek. Miraç Beyin tüm hayali buydu.
Büyük şehre tayin olup iki çocuğunu iyi koşullarda
yetiştirmek istiyordu. Her yıl tayin dilekçesi veriyordu
ama bugüne kadar başaramamıştı. Sonunda dilediği
olmuş tayini çıkmıştı. Benim müdürlüğe yazacağım
muvafakat yazısından sonra tayin kararı işleme
konulacaktı.
- Tabii veririm Miraç Bey. Bu senin hayalindi.
Hakkında hayırlısı olsun. Elimi öpmek için davrandı.
Hemen engelleyip kucakladım. Sıkı sıkı sarıldı.
Benden ayrılırken gözleri nemlenmişti. Yılmaz ve
Musa ile de kucaklaştı.
Ama büyük şehre, hele de uzak bir şehre göç etmek
kolay değildi. Devletin verdiği harcırahla bu işin
altından kalkmak zordu. Miraç Bey eşinin çeyizinde
getirdiği değerli birkaç parça eşyayı satışa çıkardı.
Bunlardan biri de el dokuması yün halıydı. Ben alıcı
oldum ama Miraç Bey her zamanki dürüstlüğü ile,
- Bu halı size gelmez Doktor Bey. Bir kaç yerinde
güve yeniği var ben onları tamir etmiştim.. Bu halıyı
size satamam dedi ve satmadı. Bir hafta içinde
satacaklarını sattı ve yol parasını denkledi.
Bu arada Sağlık Ocağında da yapmamız gereken
işler vardı. Sağlık Ocağındaki tüm malzemeler Miraç
Beyin üzerine zimmetliydi. Yerine yeni bir tıbbi
sekreter gelmeyeceği için demirbaşların zimmeti
Yılmazın üzerine geçecekti. Miraç Bey defterleri
çıkardı. Depoyu açtık ve sayım işlemine başladık.
Hayretler içinde kaldım. Depoda neler yoktu ki.
Ahşap kutusu içinde naylon kılıfı dahi çıkarılmamış
mikroskop, ne işe yarayacaksa on adet pelvimetre,
suyun olmadığı sağlık ocağında pipet ve benzeri
laboratuar malzemeleri, sürgüler, ördekler ve daha
neler neler. Sayım sonunda battaniyelerde eksik çıktı.
Kayıtlara göre on battaniye olması gerekiyordu ama
yırtık pırtık sadece üç battaniye vardı. Bir çözüm
bulmamız gerekiyordu. Yılmaz'a bu şekilde
devredemezdik. Sonunda çözümü Sağlık
Müdürlüğünün ambarındaki görevli memurlar buldu.
Mevcut battaniyeleri parçalara ayırdık. Bunlar miyadı
müsterih malzeme olduğu için süreleri sonunda
Sağlık Müdürlüğüne bir yazı ile bunları paspas olarak
kullanmak için izin isteyip kayıtlardan düşebiliyorduk.
Öyle de yaptık ve Miraç Beyi zan altında bırakmadan
Yılmazı da zora sokmadan sorunu çözdük.
Sonunda her şey tamamlandı. Bir sabah Miraç Beyin
eşyalarını yükledik kamyona.
Gözyaşları içinde bize veda etti.
Güle güle Miraç Bey.
Güle güle güzel adam,
Her şey gönlünce olsun,
Her şey hayal ettiğin gibi olsun,
Umarım bu Polyanna ruhunla, yaşam sevincini
kaybetmeden büyük şehrin kaosunda ezilmezsin.
Güle güle...

28.Bölüm
ÇILDIR GÖLÜ
Mayıs ayının sonu ve Haziran ayının başında yağan
yağmurlar nihayet dindi. Hava yeniden ısınmaya
başladı.
Uzayan günlerle birlikte komşu ziyaretlerimizde
başladı. Akşam yemeği sonrası elimizde uzun demir
çubuk ve fener, iki üç aile birleşip birbirimize akşam
oturmasına gidiyoruz. Kış gecelerindeki bekar
muhabbetlerinin yerini aile ziyaretleri aldı. Bu
ziyaretlerden birinde teklif Özden Hoca'dan geldi.
- Bu hafta sonu Çıldır Gölüne gidelim mi?
Ben hemen atıldım.
- Harika olur.
Hemen ekibi oluşturduk.
Tacettin Öğretmen,
- Mustafa'nın minibüsü ayarlarız. Bir şişek* alıp,
orada keser, saç kavurma yaparız.
- Tamam o zaman, yarın hemen Mustafa ile
konuşalım. Şişek'i kimden alacağız.
- Ben ayarlarım, parasını toplarım sonra.
Pazara daha iki gün var ama tatlı telaş başladı.
Herkes yapılacak işlerden, getirilecek malzemelerden
bir bölümünü üstlendi. Pazar sabahı Mustafa
minibüsüyle okulun önünden hepimizi alacaktı.
Eşyaları, kavurma sacını, piknik tüpünü, ,içinde,
içeceklerin ve salata malzemeleri, ev yapımı yoğurt,
lavaş ve tandır ekmeklerinin bulunduğu naylon pazar
çantaları arabaya yüklendi. Şişek te şaşkın bakışlarla
yolcu bölümüne bizim yanımıza bindi. Arpaçay'ın
içinden geçip Çıldır'a doğru devam ettik. Yarım saat
kadar sonra göl önümüzde göz alabildiğine
uzanıyordu. Çevresindeki dağların görüntüsü durgun
göl üzerinde yansıyordu. Tacettin Öğretmen, kışın
gölün tamamen donduğunu, üzerinden atlı kızaklarla
geçildiğini, köylülerin özel burgaçlarla kalın buz
tabakasını delip ağlarla balık yakaladıklarını anlatıyor.
Mustafa'nın uygun bulduğu bir kıyıda minibüsten
iniyoruz. Elbirliği ile bagajdaki malzemeleri
indiriyoruz. Kadınlar sofra düzenini oluştururken
Tacettin ile Özden Öğretmen uzak bir köşede çukur
kazıp şişeği kesiyorlar. Mustafa da onlara yardım
ediyor. Yüzülen ve parçalanan şişek saçta kavrulacak
parçalara ayrılıyor. Yılmaz ve diğerleri topladıkları
tahta parçaları ve yanımızda getirdiğimiz meşe
odunları ile ateş yakıyorlar. Biz Aydan'la ikimiz
misafiriz, bize hiç bir şey yaptırmıyorlar. Kenardan
çalışmaları seyrediyoruz.
Küçük küçük parçalanan etler, bir sini
büyüklüğündeki sacın ortasına alınıyor. Kızgın saçta
önce kuyruk yağı parçaları eritilip sac güzelce
yağlanıyor, sonra azar azar etler kızgın sacla
buluşuyor. Havada yoğun bir kavurma kokusu.
Herkesin tabaklarına evde yapıp getirdikleri pilavı ve
patates kızartmalarını paylaştırıyorlar. Ev yapımı
lahana turşuları, ev yapımı yoğurt, içecekler ortaya
çıkıyor. Paylaştırılan pilav tabaklarının üzerine sacta
kavrulmuş etler dağıtılıyor. Hep birlikte göl
manzarasına karşı yemeklerimizi yiyoruz. Bu arada
göle girersin giremezsin sohbeti başlıyor. Hafif
alkolünde verdiği cesaretle göle girmeye karar
veriyoruz. Erkekler kadınlardan uzakça, bizi
göremeyecekleri bir koya gidiyoruz. Üzerimizdekileri
çıkarıp " tumanımızla " göle giriyoruz. Haziran ayının
sonu ama su hala buz gibi. Ama pilavdan dönenin
kaşığı kırılsın. Göle girmek benim için farklı bir
deneyim. Gölün zemini bizim alışık olduğumuz deniz
zemini gibi sert değil. Adım attıkça ayağım üzeri düz
ama yumuşak bir zemine temas ediyor ve zemin
ayağımın altında bir süngere basmışım gibi çöküyor.
İnsanın içine ürperti veren bir duygu. Kıyıdan çok
ayrılmadan bir kaç kulaç atıyorum. Suyun üzerinde
kalmak da deniz suyunun üzerinde kalmak kadar
kolay değil ve tatlı su sizi yoruyor. Hevesimizi
aldıktan sonra kıyıya çıkıp peştamallarla
kurulanıyoruz.
Sofra başına döndüğümüzde kadınlar çoktan sacı
kaldırmış ve çayı demlemişler. Meşe odunun közünde
kaynayan, odun ateşiyle kararmış çaydanlığın
üzerindeki demlikten çayın davetkar kokusu yayılıyor.
Eminim ki Çıldır gölünün soğuk suyundaki " çimmek "
deneyimimden sonra iyi gelecek.
Çaylar içildi. Kadınlar göl suyunda sacı ve bulaşıkları
yıkadılar. Piknik malzemeleri toplandı ve yola çıkma
vakti geldi. Bu güzel göl deneyimini ve pikniğini
yaşadıktan sonra tatlı bir yorgunlukla ama bir kişi
eksik - artık şişek yoktu - köyümüze dönüyoruz.
* Şişek, Kars bölgesinde kısır dişi koyunlara verilen
ad. Köylerde genellikle bu şişekler ve deli dedikleri,
muhtemelen kelebekli koyunlar kesilir.

29.Bölüm
YAYLA SAVAŞLARI
Haziran sonu ya da temmuz başıydı sanırım. Yine olağan
bir günün akşamında uykuya çekilmiştik. Gecenin bir
yarısı gürültülere uyandık. Bütün köy feryat figan
bağrışıyor, traktörler, kamyonetler çalışıyor, köpekler hiç
susmadan havlıyor ve araya bir iki el silah sesi karışıyor.
Bir yandan gecenin karanlığında pencereden dışarıya
bakıp ne olduğunu anlamaya çalışıyorum, bir yandan da
kapıya dayanacak yaralılarla nasıl başa çıkacağımı
düşünüyorum.
Bir ihtimal aşağı mahalle ile yukarı mahalle kapıştı diye
düşünüyorum. Öğrendiğim kadarıyla bir kaç yıl önce bir
husumetten dolayı yukarı mahalleden birileri aşağı
mahallede oturanların arı kovanlarına zehirli ilaç sıkmış
ve arılarını telef etmiş. Ayrıca Kars çayı boyunca her aile
için bir iki dönüm su altı verimli arazi pay edilmiş. Ama
köylü aralarındaki anlaşmazlık ya da çekememezlik
nedeniyle bu verimli toprakları ekemez ve Yusueli'nden
gelenlere sezonluk kiraya verirlerdi. Yusufeli'li çalışkan
insanlarda bu verimli topraklarda bostan işler ve sezon
sonunda bire yüz kazanıp giderlerdi. Tüm bu olayları
bilince aklıma gelen ilk ihtimal yine aşağı mahalle yukarı
mahalle kavgası olmuştu.
Ben bir yandan eşimi sakinleştirip bir yandan karanlıkta
ne olduğunu anlamaya çalışırken ortalık yavaş yavaş
sakinledi. Traktörlerin motor sesleri uzaklaştı. Sağlık
Ocağının kapısını da çalan olmadı. Ne olup bittiğini
anlamayı ertesi güne bırakıp tekrar yataklarımıza ve
uykumuza döndük.
Sabah kahvaltıda bir iki lokma atıştırıp gece ne olup
bittiğini öğrenmek için okula, öğretmen arkadaşların
yanına gidiyorum. Orta okuldaki branş öğretmenleri
dışarıdan tayinle gelenler ama ilkokul öğretmeni
arkadaşlar buralı. Öğreniyorum ki dün gece komşu
Poşozaim ( Harmanlı ) köyü bizim köyün yaylasını
basmış, yayla da kalan kadın ve çocukları silahla tehdit
edip koyunlarına, hayvanlarına el koymuşlar, bunu duyan
köydeki erkekler ve köyde kalan insanlar silahlanıp
yaylaya gitmişler. Çıkan çatışmada iki yaralı varmış.
Jandarma olaya el koymuş, birkaç kişiyi gözaltına almış.
İki köy arasındaki yayla anlaşmazlığı uzun yıllardır devam
ediyormuş. Mahkeme yıllardır sonuçlanmadan devam
ediyormuş, 12 Eylül sonrası bir olay çıkmamış ama işte
bu yıl anlaşmazlık yine patlak vermişti, hem de iki kişinin
yaralanmasıyla sonuçlanmıştı.
15 - 20 gün sonra muhtarımız Aslan ŞAYIR sağlık
ocağına uğrayıp pazar günü yaylada barış görüşmelerinin
yapılacağını ve benim de akil adam olarak bulunmamı
istedi. Pazar günü Aydan'ı Fatmalara bırakıp Muhtar
Aslan , her iki okulun müdürü, yukarı caminin imamı
steyşın reno'ya doluştuk. Bozuk yayla yolunda yarım sat
kadar offroad yaparak yaylaya ulaştık. Kaymakam Bey,
İlçe Jandarma komutanı, İlçe Savcısı ve hakimi, karşı
köyün muhtarı ve heyeti oradaydı.
Kaymakam Bey, Savcı ( bu bölgede en bilinen, en sayılan
ve en korkulan devlet görevlisi. Zaman zaman
kaymakam Beyle yaptığımız köy gezilerinde adamlar
doktor olduğumu bilmeme rağmen - Hoş geldiniz Savcı
Bey diye karşılıyorlardı ) her iki köyün muhtarları ile
konuşurken ben yaylayı geziyordum. Yayla dedikleri
benim için tam bir hayal kırıklığı. Ben, yayla denince
hayalimde hep Heidi ile Peter'in koşup yuvarlandığı
yaylalar canlanırdı. Burası ise kayalık, el büyüklüğünde
taşlarla kaplı, doğru dürüst otun, çayırın olmadığı üç beş
tane yığma taştan barakanın olduğu geniş bir düzlük.
İnsanlar bunun için mi savaşmıştı. Bir türlü aklım almadı.
Öğle güneşi tepeye çıkıp ortalık iyice kızışınca heyet
anlaştı sonunda. El sıkışıp barıştılar, şikayetçi olanlar
şikayetlerinden vazgeçti. Bir bardak soğuk ayran içip
steyşın renomuza doluşup zorlu bir offroad'dan sonra
köyümüze vardık. Yol boyunca muhtar davanın bu kadar
uzun sürmesinden şikayetlenip durdu. Varılan
anlaşmadan memnun kalmasa da mecburen kabul
etmişti.
Neyse ki ben Ağustos ta askerlik için ayrılana kadar bir
daha yayla kavgası çıkmadı. Ama iki köy arasında
devletinde taraf olduğu bir anlaşmazlıkta akil adam
olarak köy heyetinde yerimi almıştım.

30.Bölüm
KÖYÜMDE POSTAL SESLERİ
Temmuz ayının ortaları.. Kuru bir sıcak var. Arada bir
esen rüzgar ortalığı tozutuyor. Öğle saatleri... Yılmazla
birlikte Sağlık ocağının duvarının gölgesinde oturuyoruz.
Aydan Fatmalarda. Birden ilkokul ve orta okulun
bulunduğu meydan hareketleniyor. Önce homurduyan
motor sesleri ardında büyük bir toz bulutu. Koşuşan
postal sesleri. Caminin hoparlöründen anons yapılıyor;
- Köydeki bütün erkekler orta okulun bahçesine
toplansın.
Meraklanıp orta okula doğru hareketleniyoruz. Köyün
giriş çıkışları, sokak başları, mavi bereli, ellerinde G3
tüfekli askerlerce tutulmuş. Meydana gidiyoruz. Orta
okulun önündeki merdiven sahanlığında yine mavi bereli
kamuflajlı eğitim kıyafeti ve postalları ile olduğundan
daha iri yarı gözüken altı kazık bir astsubay başçavuş.
Yanında daha küçük rütbeli iki astsubay, çavuşlar ve
erler. Köyün erkekleri yavaş yavaş meydana toplanıyor.
Köyün alt tarafından ve üst tarafından jandarma erlerinin
önüne kattığı köylüler de toplanan kalabalığa katılıyor.
Çevremiz askerlerce çevreleniyor. Kıdemli Ast subay
başçavuş topluluğu şöyle bir süzüyor. Hiç bir açıklama
yapmadan;
- Devlet memuru olanlar ayrılsın, diyor.
Öğretmen arkadaşlar - yaz tatiline gitmeyenler ve
buranın yerlisi ilkokul öğretmenleri -, ben ve sağlık
ocağımızın personeli ayrılıyoruz. Komutanın elinde bir
liste ikişer ikişer isim okuyor. İsmi okunan okula girip her
biri bir sınıfa alınıyor. Biz mecburen sağlık ocağına
dönüyoruz ama neler olduğunu merak ediyoruz. Sağlık
ocağındaki odamıza girip sessiz bir şekilde oturuyoruz.
Bir saat kadar sonra Astsubaylardan biri odaya giriyor,
selam veriyor. Havadan sudan konu açıp hatırımızı
soruyor. Ne olduğu hakkında bir şey söylemiyor biz de
soramıyoruz.
- Gezebilir miyim?, diye soruyor. Sağlık ocaklarını hep
merak etmişimdir. Sağlık ocağını, garajına kadar
gezdiriyoruz. Yılmaz'ın lojmanını da görmek istiyor,
gezdiriyoruz. Amacı merakını gidermek değil sağlık
ocağını ve lojmanları kontrol etmek.
- Komutanım benim lojmanı da görmek ister misiniz?
Sanırım kendine yediremiyor.
- Yok Doktor Bey rahatsız etmeyeyim.
Okula doğru yöneliyor.
Üç, dört saat sonra postallar hareketleniyor.
Komutanların yüksek sesli emirleri birbirine karışıyor.
Cemselerin motorları homurdanıyor. Toz bulutları
arasında geldikleri gibi gidiyorlar.Ortalıkta ölüm sessizliği.
Okula doğru gidiyoruz. Kalabalık sessizce dağılıyor. İlk
okul öğretmenleri İlkokulun taş binasının kapısına
toplanmışlar. Yanlarına varıp soruyoruz;
- Ne arıyorlarmış?
Özden Hoca,
- Ellerinde bir liste varmış. Herkesin isminin yanında bir
silah markası. Sende Kalaşnikov varmış nerde, sen de şu
tabanca varmış nerede, diye soruyorlarmış. Yok diyene
basmışlar sopayı. Sonunda Muhtara listenin bir kopyasını
vermişler bir hafta da süre. Bir hafta sonra bunları
senden isteriz muhtar demişler.
Akşam köyde tam bir ölüm sessizliği vardı. Cemil'in
kahvesi de açılmadı. Söylenenlere göre en çok dayağı da
Cemil yemiş. Kasaba kurnazı, askerler sordukça,
- Ben il Jandarma komutanını tanıyorum, falanca savcıyı
tanıyorum, filanca emniyet müdür yardımcısını
tanıyorum, dedikçe;
- Vay bize etiket mi yapıyorsun diye basmışlar sopayı.
Arka komşum İsa Dayıyı ziyarete gidiyoruz Aydan'la. O
sessiz sakin kendi halindeki adamı bile feci dövmüşler.
Elleri şişmekten iki kat olmuş. O da Özden Hocanın
anlattıklarını anlattı.
Ertesi gün öğleden sonra Muhtar ve Yukarı Caminin
imamı ellerinde Türk bayrağına sarılı bir Kuran-ı Kerim
kapı kapı dolaşıp kutsal kitap ve bayrak üzerine yemin
ettiriyorlardı.
Bir hafta sonra muhtar kaç silah götürdü, ne yaptı
bilmiyorum. Öğrendiğime göre bazıları bu süre içinde
parasıyla silah satın alıp teslim etmişler.
80 ihtilalı sonrası binlerce genç insanı hapishanelere atıp
işkenceye tabi tutan, bir kısmını da idam eden 12 Eylül
Cuntasının ceberut yüzüne birebir şahit olmuştum.

31.Bölüm
AYRILIŞ
Nihayet ayrılık günü geldi. Temmuzun son haftası. Bir
Ağustos'ta askerlik için Etimesgut'taki Sıhhıiye Suıbay
Kurs Taburuna teslim olacağım. Bir haftadır Aydanla
birlikte eşyalarımızı topluyoruz yavaş yavaş. Yatak
yorgan ve yastıkları hurç içine denk yaptık. Çek yatta
yatıyoruz. Mutfak eşyalarını güzelce kutuladık. Günlük
giysilerimizi valizlere yerleştirdik. Dün Kars'a, Sağlık
Müdürlüğüne gidip ilişiğimi kestim ve İzmir biletimizi
aldım. On aylık mecburi hizmet deneyimime askerlik
nedeniyle ara veriyorum.
Bugün veda günü. Gün boyunca ben çalışma
arkadaşlarıma, öğretmen arkadaşlarıma, kahvedeki
köylülere, Cibo Dayıya, Muhtar Arslan Şayır'a, Aydan
Fatma'ya, İsa Dayının karısına ve kızına, Yüksel
Öğretmene veda ediyor. Sabah Mustafa minibüsüyle
gelip bizi lojmanımızdan alacak.
Mustafa sabah minibüsüyle geliyor. O valizlerimizi bagaja
yerleştirirken ben de iki ay sonra gelip almak üzere
denklerimizi, eşya kutularını topladığımız odanın kapısını
kilitliyorum. Lojmana bir kez daha bakıp kapısını
kapattıktan sonra kapı önündeki kayın ağacını
okşuyorum usulca; farkında olmadan. Yolcu etmeye
gelen arkadaşlarımızla tekrar vedalaşıyoruz, ardımızdan
bir tas su döküyorlar. Ağır ağır hareketlenen
minibüsümüzle Yolboyu'ndan, köyümüzden ayrılıyoruz.
Ayrılmanın hüznü, sevdiklerimize ve memleketimize
kavuşacak olmanın sevinciyle otuz saatlik yolun nasıl
geçtiğini anlamadık. İzmir otogarında otobüsümüzden
indik. Tam anlamıyla köyden indim şehire durumu. On
aylık köy yaşamından sonra, on aydır ayrı kaldığım
memleketime kavuşmanın şaşkınlığı. Daha bu şaşkınlığı
atlatamadan, sevdiklerimle, anamla, babamla
kardeşlerimle hasret gideremeden sevdiğini bırakıp,
bilmediğim başka bir dünyaya asker ocağına hareket.
İki aylık yedek subaylık okulunun sonunda çektiğim
kurayla bu kez rotamız Malatya. Canım yurdumun başka
bir köşesi. Yeni insanlar, yeni dünyalar ve yeni
deneyimler. Kırlangıç fırtınası bu kez başka bir yere
savuruyor. Önce Malatya'ya tek başıma gidiyorum.
Birliğime uğrayıp tanışıyorum. Orada görevli astsubay
arkadaşların yardımı ile bir gün içinde şehir merkezinde
ev tutuyorum. Ev sahibem yaşlı bir teze. Benim
kiraladığım dairenin alt katında oturuyor. Her şeye
karışıyor ben de her şeye tamam diyorum. Anahtarı alıp
eşyalarımızı getirmek için akşam otobüsüyle Kars'a
gideceğim.
Kars'ta otobüsten inince doğru otobüs yazıhanesindeki
Orhan'ı buluyorum. Gide gele dost olduk. Ondan nerden
kamyon bulacağımı soruyorum. Orhan bir kaç telefon
görüşmesi yapıyor, sonra;
- Doktor Bey, Malatya'ya fiğ çekecek bir kamyon varmış,
yarın malı yükleyip yola çıkacak onunla görüşelim. Hadi
kamyoncular kahvesine kadar gidelim.
Kamyoncular kahvesinde Malatya'ya gidecek
kamyoncuyla konuşup anlaşıyoruz. 0, ertesi gün malı
yükledikten sonra buluşacağız ve benim köye gidip
eşyaları sarıp yola çıkacağız.
Tepeleme fiğ yüklenmiş ve branda çekilmiş kamyon
kasasına benim üç beş parça eşyayı da yükleyip sıkıca
bağlıyoruz. Akşam saatlerinde Yılmaz'la ve öğretmen
arkadaşlarla vedalaşıp yola çıkıyoruz. Yükümüz ağır.
Yavaş yavaş önce Kars'ı, sonra Selim'i daha sonra
Sarıkamış'ı ardımızda bırakıyoruz. Sarıkamış'tan sonra
hava kararıyor, akşam çöküyor. İlk kez bir kamyonun
şoför mahallinde yolculuk ediyorum. Kamyoncuyla
sohbet ediyoruz.
Gece bir suları. Kamyonun durmasıyla uykumdan
uyanıyorum, içim geçmiş. Kamyoncu;
- Hocam, diyor. Tunceli yol ayrımına geldik. Bundan
sonra yolumuz zorlu. Şurada bir çay molası verelim, biz
de dinlenelim, motor da dinlensin.
- Sen bilirsin diyorum.
Kavak ve kayın ağaçlarının altında bir çay bahçesi.
Havada ekim ayının serinliği var. Buz gibi suyla yüzümü
yıkadım. Çaydan önce birer tas mercimek çorbası
içiyoruz. Çayımızı da içip tekrar kamyona biniyoruz.
Kamyoncu marşa basmadan, karşımızda duran köprüden
sonra karanlığıa doğru uzanıp sonsuzluğa ulaşan yolun
sonunda parlayan yıldızı gösteriyor.
- Bak Hocam, şu yıldızı görüyor musun, işte oraya
çıkacağız.
Şaka yapıyor sanıyorum. Ama sırtımızda on dört ton fiğ
ve onun üzerinde benim mütevazi ev eşyalarım yavaş
yavaş, inliye inliye, kıvrıla kıvrıla yıldıza doğru
tırmanıyoruz. Yolun uçurum kısmı benim tarafıma
düştüğünde yüzlerce metre aşağıda, dolunayın ışığıyla
ince bir gümüş tel gibi kıvrılarak uzanan Munzur çayını
seyrediyorum. Kamyoncum dudağının kenarında
sigarasıyla, sabırlı bir bilge edasıyla bana yolu anlatıyor.
Ve nihayet o yıldıza ulaşıyoruz. Sağımızdaki geniş
düzlükte Jandarma karakolu ve Pülümür Karayolları
Şantiye binası. Düzlüğü aşıp bu kez rampa aşağı
sallanıyoruz ağır ağır. On dört ton yükün altında
kamyonumuz inliyor.
Gece saat üç. Yorgunluktan kapanan gözlerime daha
fazla söz geçiremiyorum. Uyuyorum.
Şubat 2015
YAZARIN SON SÖZÜ
Ey Okuyucu, Ey Can dost,
1983 sonbaharında rüzgarda savrulan kırlangıçlar gibi
Kars İli, Susuz İlçesi, Yolboyu eski ve bilinen adıyla
Uzunzaim köyüne savrulan 12 Eylül kazazedesiydim ben.
Askerlik sonrası iki zorlu kış ve bir yaz daha geçirdim
köyümde. Pişman mıyım? Asla ! Mecburi Hizmette geçen
üç koca yıl bir kayıp mı? Asla !
Ben devleti, halkı orada öğrendim, Terekemeyi,
Malakanı, Kürdü, Azeriyi, Yerliyi orada öğrendim, Aşık
İslami'yi orada tanıdım, kasaba kurnazlıklarını, arkadan
vuran hainlikleri ya da çıkarsız gerçek dostlukları orada
öğrendim. Doğru bildiklerimi öğretmeye, bilmediklerimi
öğrenmeye çalıştım. Halkın içine girdim, günlük
yaşamına, düğününe, cenazesine katıldım, azığını,
sofrasını paylaştım Hasbelkader öğretmenlik yaptığım
öğrencilerimin dünya görülerini , vizyonlarını
genişletmeye çalıştım. Onlara Uzunzaim'den de başka
dünyaların var olduğunu anlatmaya çalıştım.
Tek pişmanlığım, orada bulunduğum yıllarda bugünkü
aklıma, deneyimlerime, teknolojik imkanlara sahip
olmamak. Eğer iyi bir fotoğraf makinem olsaydı ne
fotoğraflar çekerdim. Bir kayıt cihazım olsaydı, ne
türküler, deyişler, sohbetler kaydederdim. Ama yoktu,
ben de hafızama, anılarıma kaydettim tüm bunları. Ve
şimdi de kaybolup gitmesinler diye sizinle paylaştım.