tag:blogger.com,1999:blog-9672610861112452492024-03-13T12:24:50.959-07:00geçmiş zaman olur ki ...1959'dan 2009 'a ELLİ YIL...mctumerhttp://www.blogger.com/profile/14717465978867976673noreply@blogger.comBlogger1125tag:blogger.com,1999:blog-967261086111245249.post-8021305789700750842009-10-28T12:50:00.000-07:002015-10-18T03:40:10.436-07:00GEÇMİŞ ZAMAN OLUR Kİ...<a href="http://1.bp.blogspot.com/_yX3vrc9uA9o/SuilTs08mZI/AAAAAAAAA40/AXxAl_lkjwE/s1600-h/Untitled-Scanned-01.jpg"><span style="color: white; font-family: Arial, Helvetica, sans-serif;"></span></a><br />
<br />
<br />
<a href="http://1.bp.blogspot.com/_yX3vrc9uA9o/SuilTs08mZI/AAAAAAAAA40/AXxAl_lkjwE/s1600-h/Untitled-Scanned-01.jpg"><img border="0" src="https://1.bp.blogspot.com/_yX3vrc9uA9o/SuilTs08mZI/AAAAAAAAA40/AXxAl_lkjwE/s400/Untitled-Scanned-01.jpg" /></a><br />
<br />
<br />
BÖLÜM 1 .<br />
<br />
<br />
Uyandığımda, sarı, sıcak, parlak ama yumuşak bir ışık yüzüme vuruyordu. Geniş taş duvarlı, gri boyalı ahşap pencerenin camında yağmur damlacıkları boncuk bocuk parlıyordu. Oysa okuldan gelip sedire uzandığımda simsiyah bir gökyüzü ve bardaktan boşanırcasına yağan bir yağmur vardı. O an duyduğum mutluluğu, yaşama sevincini hala o gün ki gibi benliğimde hissederim. Sanırım bugün kendinle barışık olmam, yaşamdan böylesine keyif almam ve insanları zengin, fakir demeden ve statüsü ne olursa olsun sevmem o an yaşadığım mutluluğun bir uzantısı...<br />
<br />
<br />
Kırk yıl sonra geriye dönüp baktığımda; en net ve en canlı hatırladığım an, bu an. Sanırı altı yaşındaydım. İlkokula yeni başlamıştım. Evimiz o zamanlar İzmir’in en güzide semtlerinden olan namazgâhtaydı. Mezarlıkbaşından biraz yukarıya çıkıp İkiçeşmelik’e gelmeden birbirine paralel ve çok dar iki sokaktan birsinden girince sokağın sonunda genişçe bir mekâna varırsınız. Sol yanınızda insan boyu beton parmaklıklarla çevrilmiş alana Romalılar döneminden kalma antik kent ve agora kalıntıları bulunurdu. Sağ yanınızda ise bakımlı küçük bir park vardı. Bu parka paralel giden sokaktan tepelere doğru tırmanan dar ve dik yokuşlar uzanırdı. Yokuşların her iki yanında eski Türk ve Rum mimarisinin güzel örnekleri olan evler sıralanırdı. Bu yokuşlar evlerin arasında döne dolaşa tırmanır, bir yerden sonra yokuşun yerini düzensiz merdivenler alır, sonunda Mumcu ve Topaltına, oradan Ballıkuyu ve Kadifekaleye ulaşırlardı. Bu sokaklardan araba falan geçemez, çöpleri bile iki yanında kocaman küfeleri olan eşek katarları toplardı. Çocukluğumun küçük fakat en iyi hatırladığım kesiti bu sokaklarda geçti.<br />
<br />
<br />
Eğer parktan bu sokaklardan birine girmez, yola devam ederseniz, sağ tarafta Namazgâh Hamamı karşınıza çıkar. O yıllara özgü bir yaşam kültürüydü hamamlar. Hamamı geçince yol sola kol verir. Bu yolu kullanırsanız önce bahçesinde güvercinlerin oynaştığı tarihi Hamidiye Camii’ne gelirsiniz, Camii geçtikten sonra Dönertaşa, oradan devamla Tilkilik ve Altınpark’a ulaşırsınız. Artık o zamanlar İzmir’in merkezi sayılan Basmane’ye geldiniz demektir. Bu saydığım mahaller Kurtuluş Savaşı sonrası yeniden yapılanan İzmir’in Alsancak ve Karataşla birlikte en güzide yerleriydi. İzmir'’n en tanınmış tüccarları, esnafları ve hatırlı aileleri buralarda otururdu. Bugün ise buraları o güzel günler sanki hiç yaşanmamış gibi bir kasvetle, bir arabeskle boğulup gitmiş. Doğudan göçlerle gelen Mardinli, Urfalı, Diyarbakırlı, Ağrılı göçerler buralara yerleşip, geldikleri İzmirlilik kültürü ile kaynaşıp kültür zenginliği yaratacakları yerde, azınlık psikolojisi ile olsa gerek daha içine kapalı, daha şoven bir topluluk yarattılar. Artık buralar İzmir değil... O güzel, bakımlı medeni, kültürlü, şen kadınların yerini kendi yerel örtüleri, çarşafları içinde, gülmeyen gözleri kuşku ve hırsla parlayan insanlar almış. O güzelim İzmir Türkçe sinin yerinde Arapça ve Kürtçe’nin genizden gelen hırıltılı ve kaba saba şivesi almış.<br />
<br />
Herneyse, bunlar çocukluk anılarımı yaralayan ve içimi kanatan gelişmeler ve buna benim yapabileceğim bir şey yok. Tek yapabileceğim anılarındaki İzmir’e sahip çıkmak ve bunu ço0cuklarıma, torunlarıma aktarabilmek. <br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
Namazgâh Hamamından sola dönmez, düz devam ederseniz pazaryerine ulaşırsınız. Doğrusunu isterseniz ne gün Pazar kurulduğunu hatırlamıyorum. Bu Pazar yeri ile ilgili tek hatırladığım bayramlarda bu alana dönme dolapların, salıncakların, sallanan kayıkların ve atlıkarıncaların kurulduğu... Bu saydıklarımın hepsi tahtadan yapılmıştı ve insan gücüyle çalışıyordu, yani dönme dolabı sahibi döndürüyor, salıncakları yine sahipleri sallıyordu.<br />
<br />
Oyuncakçıların yanı sıra tablasında rengarenk macunları bulunan akordeon çalan macuncu , çatapat satıcıları, bir tezgâha sigaraları ve oyuncakları dizip çember attıran çemberciler, simitçiler, şerbetçiler burada olurdu. O zamanlar bayramlar kışa gelirdi fakat biz yağmur, soğuk dinlemeden el öperek kazandığımız bayram harçlığı ile soluğu bayramyerinde alırdık. Pazar yerinin biraz ilerisinde ilk okula adım attığım Kemal ATATÜRK İlkokulu vardır. <br />
<br />
<br />
<br />
<img border="0" src="https://2.bp.blogspot.com/_yX3vrc9uA9o/Suil44VAs1I/AAAAAAAAA48/fYootil_Ths/s320/Untitled-Scanned-05.jpg" /><br />
<br />
<br />
Kemal ATATÜRK İlkokulu 1. sınıf hatırası<br />
<br />
<br />
<br />
Yaşıtlarımdan bir yıl önce altı yaşında başlamıştım ilkokula. Sanırım Şaban Eniştemle birlikte annem yazdırmıştı. Bu okul dönemine ait anılarımda çok fazla bir şey yok. Öğretmenimin adı İkbal Hanımdı, yanılmıyorsam orta yaşın üzerinde kilolu bir hanımdı. Ama yüzünü hiç hatırlamıyorum, o zamandan kalan yıl sonu topluca çekilmiş tek fotoğrafa baktığım zamanlar bile hiçbir anı çağrıştırmıyor. Birinci sınıftan , Kemal ATATÜRK ilkokulundan hatırımda tek kalan bir 23 Nisan kutlaması... Okul bahçesinde çember şeklinde sıralanmış öğrenciler arasında oynanan folklorik bir oyun .. Tabii bir de o gün bugün hiç çıkarmadan taktığım gözlüklerim. İkbal Öğretmenimi hiç hatırlamasam da gözlerimin bozuk olduğunu zamanında fark etmesinden dolayı ona minnet borçluyum sanırım. İkinci sınıfın ikinci sömestresinde ayrılmıştım okuldan; senenin yarısında yeni bir okula yeni bir öğretmene ve yeni arkadaşlarıma merhaba demiştim.<br />
<br />
Okulun hemen yanından İzmir’in ünlü Patlıcan cı yokuşu tırmanır. Oldukça dik bir yokuştur. Yokuşun sonundan sağa doğru uzanan dar ve eğri büğrü yollar ve merdivenlerden bizim eve de ulaşabilirdik.<br />
<br />
<br />
<br />
* * *<br />
<br />
<br />
<br />
Evimiz 820 sokağın yokuşunun bitip merdivenlerinin başladığı noktadaydı. Sevimsiz bir evdi. Buraya taşınmadan önce babamın Şirinyerde tuttuğu evde sivrisineklerden dolayı oturamamışız, daha doğrusu teyzemin eşi olan Şaban Eniştem bizim sivrisineklere yem olmamıza razı gelmemiş, önce kendi evine misafir etmiş daha sonra da karşılarındaki ev boşalınca oraya taşınmamızı sağlamış. Koyu gri boyalı, sıvaları rutubetten kabarmış, iki katlı bir evdi. İki kanatlı, geniş ve yüksek kapıdan girince tam karşıda üç yüksek merdivenle çıkılan helâsı karşılardı sizi. Helâya uzanan bu taş koridorun sol yanında genişçe bir oda, onun yanında üst kata çıkan ahşap merdivenler, onun yanında da mutfak olarak kullanılan bölüm vardı. Üst katta ise sanırın iki oda ve terasa açılan bir kapı vardı. Odaların pencereleri sokağa, hemen karşımızdaki teyzemlerin evine bakardı. Gündüz bize ait olan ev gece kedi büyüklüğünde farelerin oyun alanı olurdu. Özellikle ahşap merdivenin altında cirit atarlardı. Oturma odası ve misafir odası olarak aşağıdaki geniş odayı kullanırdık. Biraz önce bir nisan ikindisinde yağmur sonrası güneşiyle uyandığım sedirde bu odadaydı.<br />
<br />
<br />
<br />
* * *<br />
<br />
<br />
<br />
Karşımızdaki evde teyzemler otururdu. Kendinden yaşça oldukça büyük birisiyle evlendirilmişti. Fakat anımsadığım kadarıyla iyi bir insandı eniştem. Ailesini, annesini, çocuklarını ve bizleri çok severdi. Yardımsever ve cömert bir insandı. Hali vakti de yerindeydi Evleri bizimkine göre daha büyük, daha bakımlı, mermer kurnalı büyük bir hamamı olan iki katlı bir evdi. O zamanlar için değil İzmir, Türkiye için bile lüks olan telefonu, kırk beşlik plakların çalındığı pikabı bile vardı. Salonlarında büyük oymalı, bordo kadife koltuk takımları vardı. Her akşam cebinde şeker veya çikolata ile gelir biz çocukları sevindirirdi. Benim en sevdiğim şemsiye şeklindeki çikolatalardı. Beraber yaşadıkları ve huysuz olduğu söylenen –ben çocuk aklımla ayırtını yapamıyordum- fakat eniştemin çok sevdiği ve saydığı annesine, sık sık ziyarete gelen görümcelerine ve eşi öldükten sonra aileye katılan görümcesi Fahriye Halaya rağmen teyzem mutluydu sanırım. Beş kız çocuk vermişti enişteme. Kısacası oldukça büyük ve kalabalık bir aileydi teyzemlerinki. Zaman zaman biz çocukların arasında kavgalar olur, zaman zaman boyutları biraz daha büyür, kısa sürelide olsa annemle teyzem arasında küskünlükler yaşanırdı. Ama eniştemle babam dargınlıkların uzamasına izin vermezlerdi.<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
* * *<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
Kurban Bayramlar telaşlı geçerdi. Günler öncesinden kurbanlık koyun sürüleri gevrek melemeleri ile meydanda yerlerini alır, havayı taze ot ve koyunların kendine özgü kokusu sarardı. O postlarının üzerine rengârenk boyalar sürülmüş koyunları arasında gezinmek te ayrı bir keyifti.<br />
<br />
Bayram namazının ardından herkesi bir telaş sarar, kan kokan bu telaşın sonrasında tüm mahalleyi keskin bir kavurma kokusu sarardı. Akşama doğru havadaki koku tekrar değişir ve parkın karşı köşesindeki kömürcünün yanına yerleşmiş tütsücü bir yandan ayağı ile ateşi körükler., diğer yandan yüzülmüş, boynuzları kırılmış kelleleri tütsülerken çıkan koku havayı doldururdu.<br />
<br />
Diğer bir köşede Türk Hava Kurumuna gün boyu toplanan deriler tuzlanırken onun hemen yanında barsakları toplayanlar içlerini temizleyerek halka halinde bir köşeye yığarlardı. Erken inen akşamla birlikte herkes evine çekilirdi.<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
* * *<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
Bahar erken gelirdi Agoraya. Antik mermer sütunların arasında otlar yeşerirdi önce, ardından bembeyaz papatyalar sarardı çevreyi. Parkımız da canlanır, çimenler yeşerir, kanepeleri dik yokuşları tırmanmadan önce soluklanan insanlarla dolar, taşardı. Sokaklarda ayrı bir canlılık başlar, evlerin duvarları sarılı, bordolu, çivit mavisi badanalarla boyanır, halılar kilimler yıkanırdı.<br />
<br />
Yalnız bu yıl bahar daha bir farklı geldi. Tüm Tilkilik, Agora, Namazgâh meydanlardan Mumcu’ya kadar tüm arta sokaklar lacivert kırmızılı bayraklarla donatılmıştı. İnsanlarda farklı bir heyecan, farklı bir coşku vardı. Ve öğrendik ki semtimizin takımı olan Altınordu o yıl şampiyonluğa oynuyordu. O bahar yaşamın farklı bir dokusunu, farklı bir hazzını tatmış, çocuk aklımızda yeni bir kavram şekillenmişti.<br />
<br />
Baharla canlanan parkta okul dönüşü koşar oynardık. Kimi zamanda – kalemimizi ya da silgimizi kaybettiğimizde – eve nasıl gideceğimizi düşünürdük bir kanepesinde.<br />
<br />
<br />
Güzel bir nisan günüydü yine... Günlerden çarşambaydı sanırım. O gün sınıfla birlikte Fuara pikniğe gitmiştik. Piknik dönüşü evimizin önünde oynuyorduk, annem de temizlik yapıyor, tahta fırçasıyla ahşap merdivenleri fırçalıyordu. Birden bizim evde bir hareketlenme oldu, teyzem kızları, komşu kadınlar telaşla girip çıkıyorlardı. Bu koşuşturmanın bir yerinde daracık sokağımızın başında bir ambulans belirdi. Biz kardeşimle birlikte ne olup bittiğini anlamadan koşuşturmaları izliyorduk. Ambulansın hemen ardından babam gözüktü yokuşun başında, oysa gelmesi için erken bir saatti. Bir süre sonra ambulans kimseyi almadan geldiği gibi gitti. Biz o akşam teyzemde yatılı kaldık, yatmadan önce teyzem bizi mermer banyoda yıkadı, temiz pijamalar giydik ve uykuya daldık.<br />
<br />
Bir gün önceki telaşın koşuşturmanın nedenini öğrendik sonunda. Bize yeni bir kardeş gelmişti. Bir kız kardeşimiz olmuştu.. Temizlik yaparken annem yorulup ağrıları başlayınca komşular doğumun başladığını anlamış, ambulans çağırmışlar fakat annem ambulans gelinceye kadar bekleyemediği için komşumuz Memnune hanım teyze doğumu yaptırmıştı. Takvimler 13 Nisan 1966 yı gösteriyordu.<br />
<br />
O bahar ve oyaz aile yeni katılan kardeşimizin heyecanıyla geçti. Erkek kardeşimle birlikte ilk ticari deneyimimizi de o yaz yaşadık. Çay bardağı ile, bardağı yirmibeş kuruşta çiğdem çekirdek satıyordu parkta. Paraları daha bilemediğimizden kandırılmayalım diye yalnızca beyaz yirmibeş kuruşları kabul ediyorduk. Sarı yirmibeş kuruşluklar, beş ve on kuruşluklarla karışıyordu çünkü..<br />
<br />
<br />
<br />
* * *<br />
<br />
<br />
<br />
Daracık sokakların birbirinin üzerine eğdiği, pencerelerin birbirinin içine açıldığı evlerde doğaldır ki gizli saklı yoktu. Daha bir sıcak daha bir içtendi komşuluklar. Eğri büğrü evlerde ne hayatlar yaşanırdı. Evimizin yanından gökyüzüne tırmanırcasına dik merdivenler uzanırdı. Merdivenlerin sonunda karşınıza iki kanatlı tahtadan bir bahçe kapısı çıkar, kapının arkasından havlayan Ateş karşılardı sizi. Burası meyve ağaçları ile dolu geniş bir bahçenin içine bulunan Memnune Hanım teyzelerin eviydi. Memnune Teyze, kızı Tonton Abla – Tonton gerçek adımıydı hala bilmiyorum- eşi, oğulları Müjdat ve kızları Asuman hep beraber otururlardı. Müjdat bizden birkaç yaş büyüktü. Asuman ise benimle yaşıttı. Çok neşeli, şen şakrak bir aileydiler. Memnune Teyze ilerlemiş yaşına rağmen gayet gösterişli makyaj yapar, ipekli elbiseler giyer, takıp takıştırırdı. Ama hiçbir zaman frapan olmaz tam tersine bir İstanbul Hanımefendisi azametine bürünürdü. Kızı Tonton Abla bile onun gerisinde kalırdı. Onlara misafirliğe gitmeye geniş bahçesinde oynamaya can atardım tabii Ateş’in bağlı olması şartıyla. Bu ailenin tek sevmediğim ferdi köpekleri Ateş’ti. Çok saldırgan, sokaktan kimseyi geçirmeyen kara bir köpekti.<br />
<br />
Bu merdivenlerin bende kalan bir anısı da kardeşim Ragıp’ın merdivenlerin en üstünden yuvarlanarak kaşını yarıp kan revan içinde kalmasıydı. Bu olay benim belleğimde, Ragıp’ın ise kaşının üzerinde bir iz olarak kaldı.<br />
<br />
Bizim evin tam karşısında teyzemlerin evinin alt tarafında sarı boyalı, mavi demir kapılı Aksekililerin evi bulunurdu. Bu evin sakinleri de iyi komşumuzdu ama benim aklımda kalan evin reisinin Leblebici Hanında zücaciyecilik yaptığı ve o zamanlar çok yaygın olan cep fotoromanlarına düşkünlüğü bütün mahallenin dilindeki evin gelini Kudretti. Öyle ki mahallede Kudretin hiçbir iş yapmadığı bütün gün karyolasına uzanıp fotoroman okuduğu söylentisi yayılmıştı.<br />
<br />
Aksekililerin evinin bitişiğinde Sarı Papatya’nın evi vardı. Bu ev sokağın köşesinde bulunuyordu ve iki tarafa da kapısı vardı. Sarı Papatyanın da Papatya gerçek adımıydı yoksa sarıya boyalı saçları yüzünden mahallelinin taktığı bir isimiydi bilmiyorum. Ama gerçekten sarıpapatya gibi bir kadındı. Sapsarı boyalı saçları, beyaz teni ve endamıyla mahallemiz için oldukça sosyetikti. Sarı Papatya’nın evinin yanında Çakır Hatice Teyzenin evi vardı. Orta yaşın üzerinde ufak tefek, çok konuşan, hareketli bir kadıncağızdı. Oğlu ve geliniyle birlikte yaşıyordu. Pek geçinemezlerdi sanırım, Çakır Hatice sık sık teyzemde gecelerdi. Öyle ki teyzem, eniştemin ölümünden birkaç yıl sonra Hatay’a taşındıktan sonra bile bohçasını kapar soluğu teyzemde alır ve birkaç gün misafir olurdu.<br />
<br />
Teyzemlerin evinin üst yanında İdris Amcaların evi vardı. İdris Amcalar hakkında bugün anılarımda çok fazla bir şey yok ama evleri benim için önem taşıyor.<br />
<br />
Bu mahalle tekin bir mahalle değildi. Babamın kurs için Eskişehir’de olduğu, bizim evde yalnız kaldığımız günlerden birinin gecesinde üst kattaki yatak odamızda yatmaya hazırlandığımız bir sırada alt kattan sesler geldi. Sanki birisi yavaş yavaş ahşap merdivenleri çıkıyordu. Annem ve Ragıp la birlikte çok korkmuştuk. Bir süre ne yapacağımızı bilemedik., sonra annem cesaretini toplayıp pencereden teyzeme seslendi ve hiçbir şey söylemeden teyzemin en büyük kızını yatıya çağırdık. Hala annemin aşağıya nasıl indiğini, kapıyı nasıl açtığını bilmiyorum. O gece huzursuz bir şekilde sabahı zor ettik.<br />
<br />
Eniştemin ölümünden bir süre sonra da Teyzemin kızı Ümran Abla salondaki koltukta babasını pijamalarıyla otururken görmüştü.<br />
<br />
İşte İdris Amcanın evi de böyle doğaüstü olayların yaşandığı üçüncü evdi.<br />
<br />
<br />
* * *<br />
<br />
<br />
Sıcak bir yaz günü bitmek üzereyken mahalle yine hareketlendi. Herkeste bir neşe bir telaş… Çocuklar erkenden eve yemeğe çağrılıyor, akşam sofraları her zamankinden önce kuruluyordu. Eee bu akşam sirke gidilecekti, erken gidip ön sıralardan yer kapmak gerekiyordu. O zamanlar bugünkü gibi Moskova Sirki, Meksika Sirki olmadığı için biz cambazlarla idare ediyorduk. O yılların en ünlü cambazı BONCUK kumpanyası ile birlikte gelmiş, Mumcuya çıkan yol üzerindeki Mehmet Ali bakkalın yanındaki boş alana kumpanyasını kurmuştu.<br />
<br />
<br />
Alacakaranlık çöktüğünde biz cambazhanenin yolunu tutmuştuk. Branda bezinden tentelerle meydan çevrilmiş, sarı ışıklı ampuller diziler halinde döşenmiş akşam esintisi ile hafif hafif sallanıyorlardı. Biletimizi alıp içeri girdik. Tahta sandalyeler daire oluşturacak şekilde biri. kaç sıra halinde dizilmişti. Dairenin ortasında ise yerden yetmiş beş, seksen santim yüksekte bir platform kurulmuştu. Platformdan iki üç insan boyu yüksekte tel halat boydan boya uzanıyordu. Halatın iki ucu birer direğe bağlanmıştı.<br />
<br />
Tahta sandalyeler tamamen dolup a izleyiciler çoluk çocuk, kadın erkek herkes yerleşince çuldan kapı kapandı, ışıklar söndü. Yanlıca cambazhaneyi çevreleyen bir sıra ışıkla sahneyi aydınlatan çok kuvvetli bir ışık yanıyordu. Işıkların sönmesi ile bateri, trompet ve akordeondan oluşan orkestra çalmaya başladı. Önce palyaçolar fırladı sahneye. Türlü şaklabanlıklar yapıyorlar, aralarında bir tanesi ise onlara katılmıyor, şaşkın şaşkın ortada dolanıyor, diğer palyaçoları izliyor arada sırada eğildiğinde poposunda bir ampul yanıyordu. İşte o zaman seyirciden müthiş bir alkış yükseliyor, ıslıklar ortalığı çınlatıyordu. İşte meşhur BONCUK buymuş meğer. Palyaçoların ardından yüksekçe bir merdiven getirildi ortaya. Merdiveni güçlü kuvvetli bir adam sahnenin ortasında dik olarak tutuyordu. Cızırtılı hoparlörden “yılan kız” anons edildi. Orkestra bir ez daha canlandı. Sahneye parlak lame mayo giymiş tüllere sarılı bir kadın geldi. Müziğin eşliğinde bir reverans ile tüllerden kurtuldu ve çevik adımlarla merdivenin tepesine tırmandı. Önce seyirciyi selamladı. Daha sonra orkestranın heyecanı arttıran müziği eşliğinde elleri üzerinde amuda kalktı. Birkaç kez dengesini yokladıktan sonra baş aşağı merdiven basamaklarından süzülmeye başladı. Seyirci nefesini tutmuş izliyordu. Yılan kız, gerçek bir yılan veya bir lastik gibi sanki kemikleri yokmuşçasına merdivenin basamaklarının bir önünden bir arkasından bükülerek aşağıya iniyordu. Yılan Kız her basamağı geçişinde baterist zile vuruyor, seyirci sesini çıkarmadan izliyordu. Yılan Kız sonunda basamakları tamamlayıp zemine vardı, bir takla atıp doğrularak kolları havada iki yana açılmış seyirciyi selamladı. Gösterisini başarı ile tamamlamıştı. Cambazhane alkıştan, ıslıktan, bravo seslerinden yıkılıyordu.<br />
<br />
Seyirci çok heyecanlanmıştı, biraz rahatlatmak gerekiyordu. Sahneye süslü püslü kıyafetler içinde ufak tefek bir kadın geldi ve şarkıya başladı:<br />
<br />
“ Senin en güzel yerin,<br />
<br />
Kahverengi gözlerin….”<br />
<br />
Şarkıcı kadın şarkılarını söylerken gazozcular, sunalkocular, çiğdem çekirdekçiler seyircilerin arasında dolanıyordu. Heyecandan boğazı kuruyan seyirci Neşe gazozuna sarılıyordu.<br />
<br />
Kadın şarkılarını tamamlayıp nispeten daha zayıf alkışlarla sahneden inince orkestranın sesi yeniden duyuldu. Çalan müzik yeni bir heyecan dalgasını haber veriyordu. Sahneyi aydınlatan ışık yıldızlı gökyüzünde hareketlendi ve çelik halatın bağlı olduğu direği aydınlattı. Direğin yanında Boncuk halkı selamlıyordu. Trampetin seri takırdamaları ile iki üç hamlede direğin ucundaki sepete ulaştı. Aşağıdan kendisine uzatılan uzun çubuğu aldı ve ortalarından bir yerden iki eli ile kavradı. Bir ayağını sepetten ipin üzerine attı, çubuğu tekrar yokladı, kendini teraziledi. Herkes ağzı açık, başarı yukarıda Boncuk’u izliyordu. Boncuk yavaş ve dikkatli adımlarla ipin üzerinde yürümeye başladı, kimi zaman dengesini kaybeder gibi oluyor, trampet daha heyecanlı çalıyor, seyirciden bir uğultu yükseliyordu. Sonunda Boncuk diğer direğin ucundaki sepete ulaştı ve seyirci rahat bir oh! Çekip çılgınca alkışlamaya başladı. Seyirciyi selamlayan Boncuk eğildikçe poposundaki ampul yanıyor alkışlar daha bir canlanıyordu. Alkışlar arasında Boncuk yardımcılarının uzattığı ortasında pedalı olan lastiksiz bir bisiklet tekerini aldı, sepetin üzerine ipi hizalayacak şekilde dikkatlice yerleştirdi. Sonra seri bir hareketle pedallara tırmandı. Tekerle ipin üzerinde bir ileri bir geri gidip gelerek dengesini bulmaya çalıştı kısa bir süre. Dengesini sağlayınca yardımcılarından uzun çubuğu tekrar istedi. Denge çubuğunu da ayarlayıp dengesini tekrar kontrol edip yavaşça hareketlendi. Ağır ağır dengesi kah bozularak kah düzelerek ipin üzerinde ilerlemeye başladı. İnanılır gibi değildi. İpin üzerinde tek tekerlikli bisiklete biniyordu. Çılgın alkışlar ve ıslıklar arasında gösterisini tamamladı. Coşku doruğa çıkmıştı. İp cambazı Boncuk’tan sonra sahneye gelen diğer göstericileri de heyecan ve zevkle izledik. Saatler gece yarısını dönerken heyecandan yorgun düşmüş ama çok mutlu bir şekilde evimize dönüyorduk. O gece deliksi ve mutlu bir uykuya daldık. Aradan yıllar geçmiş olsa da Boncuk’u ve onun cambazhanesini hala canlı bir anı olarak hatırlarım.<br />
<br />
<br />
* * *<br />
<br />
<br />
<br />
Yaz bitmiş, mevsim kışa dönmüştü. Kasım ayıydı sanırım. Parktaki ağaçlar yapraklarını dökmüş yerler sarı, kızıl yapraklarla kaplanmış, bacalardan, evlerin pencerelerinden sokağa uzanan uçlarında teneke fırdöndüler olan soba borularından dumanlar yükselmeye başlamıştı. Ortalıktan baharın ve yazın mis kokusu çekilmiş yerini linyitin genizleri yakan is kokusu almıştı. Güneş te erken batıyordu artık. Erken inen akşamla birlikte bir hüzün kaplıyordu mahalleyi.<br />
<br />
Böyle soğuk ve hüzünlü bir sonbahar günü tanıştım ölümle. İlçelere giden otobüsler Konak’tan kalkıyordu o zaman. Konak’ta şimdi Doğumevi olan bina o zamanlar Memleket Hastanesiydi. Otobüslerin kalktığı yerle hastane arası taş çatlasa beş yüz altı yüz metreydi. Teyzemle Eniştem Ödemiş’e anneannemlere ziyarete gitmek için otobüse binmişler. Otobüs daha hareket eder etmez eniştem fenalaşmış ve koltuğa yığılmış. Feryat figan arasında otobüsle hemen hastaneye götürmüşler ama kurtaramamışlar. Hiç beklenmedik şekilde gelen ölüm tüm mahalleyi sarsmıştı. Soğuk ve yağmurlu bir günde kaldırıldı cenazesi Teyzemin evi tam bir mateme bürünmüştü. Evden Kuran sesleri ve hıçkırıklar yükseliyordu. Ev genç yaşlı kadınlarla dolmuş, her biri sırayla Kuran okuyordu. O gün akşam daha ağır bir hüzünle indi. Herkes evine çekildiğinde teyzemin evindeki acı ve hüzün daha da ağırlaştı. Biz bile çocuk aklımızla olayın vahametinin farkındaymışçasına bir köşeye büzüşmüş oturuyorduk.<br />
<br />
Ertesi sabah yeni bir ölüm haberi ile sarsıldı mahalle. Bir gün önce eniştem için Kuran-ı Kerim okuyan komşumuz yaşlı kadının kalbi üzüntüye dayanamamış ve gece uykusunda durmuştu. Mahallemizden bir gün arayla iki cenaze kalkmıştı.<br />
<br />
Teyzem genç sayılacak yaşta beş kız çocuğu ile yapayalnız kalmıştı. Bundan sonra acılarla dolu bir yaşamı metanetle göğüsleyecek olan teyzemin yaşadığı bu ilk cı benim de ölümle ilk tanışmamdı.<br />
<br />
<br />
* * *<br />
<br />
<img border="0" src="https://3.bp.blogspot.com/_yX3vrc9uA9o/SvL_-DC6HdI/AAAAAAAAA5Q/3ZXh_jy9rRU/s320/Untitled-Scanned-06.jpg" /><br />
<br />
İlkokul ikinci sınıfın sömestre tatiliydi. Soğuk bir şubat günü taşındık yeni evimize. Bayramyerinde, doğduğum evin karşısındaki evdi. Hemen Halit Bey İlkokulunun arka sokağıydı. Okulun arka kapısı bizim sokağa açılıyordu. Benim de okul kaydımı bu okula almıştık. Eski, iki katlı bir binaydı. Geniş bahçesi, bahçede tuvaletler ve bir arığın üzerine sıralanmış musluklardan oluşan çeşmesi vardı. Sınıflar büyük, yüksek tavanlı, yerler tozamasın ve tahtaları kurt yemesin diye mazotlanmaktan kararmış ahşap kaplıydı. Yeni öğretmenim hafif kilolu, çok güler yüzlü ve sevecen bir bayandı: Gül Şakar. Öğretmenimle ve yeni arkadaşlarımla hemen kaynaşmıştım. Artık kalan üç buçuk yılımı burada geçirecektim.<br />
<br />
Başarılı bir öğrenciydim. Mehmet Recep Yavuz, Celal Sezerler, Kahraman ve Hasanla birlikte ilk beşi oluşturuyorduk. Kızlardan da Gül ve Selma bizleri izliyordu. Haşarılıklarımız ve çocukça yaramazlıklarımız dışında çok iyi bir sınıftık. Gül öğretmenimizi ve arkadaşlarımı çok seviyordum.<br />
<br />
Sanıyorum üçüncü sınıftaydık. Mehmet bir gün hastalandı. Uzun bir süre okula ara vermek zorunda kaldı. Bizler her gün onu ziyaret ediyor, o gün okulda öğrendiklerimizi anlatıyor, öğretmenimizin verdiği ödevleri iletiyorduk. Hafta sonları da cumartesi günleri çıkan “Mavi Kırlangıç” isimli çocuk gazetesini götürüyorduk. Ve ne yazık ki bu çok başarılı arkadaşımızı ileriki yıllarda, ODTÜ Uçak Mühendisliğinde okurken bir trafik kazasında kaybettik.<br />
<br />
<br />
* * *<br />
<br />
<br />
Muhit, aileme yabancı değildi. Daha önceleri de ben doğduğumda karşımızdaki Menekşe Hanım Teyzenin evinde ve daha sonra da çok küçükken bir arka sokakta oturmuştuk. Onun için buraya alışmakta zorluk çekmedik. Uzun kış akşamlarında uzaktan akrabamız da olan Bakkal Habib amcalara – ki şehirde namlı bir kırık çıkıkçıydı -, Naciye Teyzelere, Martı Pastanesinin sahibi Hüsnü Dayılara ve Süheda Yengelere akşam oturmalarına giderdik. Sokağımızda da komşuluk ilişkilerimiz çok iyi idi. İlkbahar ve yaz akşamüstlerinde ve akşamlarında herkes evinin önünü yıkar ve evinin önünde oturur, karşılıklı sohbet edilirdi. Akşam saat beşte çaylar demlenir, tablasında sıcak akşam simitleri ile geçen Cengiz abiden ya da koluna taktığı camekân sepetinde sıcak boyozlar satan boyozcumuzdan boyoz alır ve ikindi kahvaltımızı yapardık. Yaz akşamüstleri, üzerine hoparlör takılmış Chevrolet’ler sokak aralarında dolaşır, oynayan filmleri anons eder ve bizleri o dönem çok gözde olan yazlık sinemalara davet eder, el ilanları dağıtırlardı. Biz de çocuk aklımızla el ilanlarında kapmak için o parıltılı arabaların ardında koştururduk.<br />
<br />
Sokağımız dar uzun bir sokaktı. Okul tarafında iyice daralırdı. Zemini Arnavut kaldırımı taştı. Ve o Arnavut kaldırımı taş sokakta parmak arası tokyo terliklerimizle plastik topun peşinde düşe kalka koşardık. Dizlerimizden yara eksik olmazdı.<br />
<br />
Okulun köşesindeki toprak alanda meşe oynama alanımızdı. Burada tüm çocuklar toplanır ya meşesine ya da sakızlardan çıkan artist ya da futbolcu kartlarına “çukur” veya “şap” oynardık. Bu oyunlarda ben çok başarılı olmasam da Ragıp çok iyiydi ve herkesi yutardık.<br />
<br />
Derslerimizi yaptıktan sonra soluğu sokakta alırdık. Meşelerle oynadığımız oyunlar dışında eski rulmanlardan yaptığımız “bilyeli tahta arabalarla” habip bakkalın yokuşunda kayar, kiremit parçaları ile “ yedi kiremit” oynar, saklambaç, istop, yakartop, evcilik oynar, uçurtma zamanı geldiğinde kargılardan, gazete kâğıdından un ve su ile yaptığımız tutkaldan kendi uçurtmalarımızı yapar, “İngiliz Bahçesi’nde” bunları uçurur, zaman zaman kuyruklarına jilet bağlayıp birbirimizin uçurtmasının ipini kesmeye uğraşırdık.<br />
<br />
Akşam babamın işten gelmesini dört gözle beklerdik. Babamıza hızlıca bir hoş geldin der, hemen bisikletine el koyardık. Düşe kalka o kocaman bisiklette yarım pedal bisiklete binmeyi öğrendik.<br />
<br />
Kısacası yorgunluktan bitap düşünceye kadar doya doya oynardık. Yorgun ama mutlu çocuklardık.<br />
<br />
<br />
* * *<br />
<br />
<br />
O dönemde de aileler pek varlıklı değildi. Herkes kendi yağı ile kavruluyordu. Yerli malı haftalarının yapıldığı, “ yerli malı yurdun malı “ dönemiydi. Her evde buzdolabı bulunmazdı, tel dolaplar vardı. Yazın buzu hal binasındaki Talat abiden kalıp halinde alırdık. Her evde tüplü ocaklar ve fırınlar yoktu. Annelerimiz yemeklerini pompalı gaz ocaklarında yaparlardı, çamaşırlarını ve bizleri kaynattıkları sularla yıkarlardı. Öyle marka marka deterjanlarda yoktu. Bulaşık için “ Çiti ”, çamaşır için “ Hasan Atiila ve Tursil, yer temizliği için “Fay” vardı. Gaz ocağının başlığının delikleri tıkandığında ocak yanmaz ya da mavi alev yerine isli sarı bir alevle yanardı. O zaman da Habip bakkaldan aldığımız gaz ocak iğneleri ile delikleri tek tek temizlerdik.<br />
<br />
<br />
Annem genellikle hafta sonları tepside börek ya da kurabiye yapardı. Ama yapmadan önce fırıncı Yılmaza o gün tepsi pişirip pişirmeyeceğini sorardık. Fırıncı Yılmaz kaçta getirin derse tepsiyi o saatte fırına götürür, pişince de almaya giderdik.<br />
<br />
Pazartesi veya Perşembe çamaşır günleriydi. Bakır kazanda beyaz çamaşırlar çamaşır sodası ile kaynatılır, daha sonra deterjanla yıkanır, durulanır ve asılırdı. Çamaşır günleri en büyük kâbusumuz suların kesilmesiydi. O zamanlar rastgele sular kesilirdi ve uzun bir süre gelmezdi. İşte bu kesintiler çamaşır gününe denk gelirse evdeki yedeklenmiş sularda yetmez, bizler elimizde kova İngiliz Bahçesinin oradaki caminin çeşmesinden su taşırdık.<br />
<br />
<br />
Okul zamanı okul kapısında sakız ya da “ Şans Talih” satardık, Pazar günleri kurulan pazarda ise testi ile su satardık. Babam genellikle Pazar günleri mesai kalıp çalıştığından Pazar alışverişini de ben yapardım. Koluma Pazar sepetini takar, elimde annemin yazdığı liste Peynirci Kadir abiden başlayıp çoğu babamın Ödemiş’ten arkadaşı olan Pazar esnafından alışverişimi yapar eve dönerdim.<br />
<br />
<br />
Üçüncü sınıfın yaz tatilinde beni Ödemiş’e, büyükbabamların yanına gönderdiler. Orada bir ay Erdoğanlı Camii de Kuran kursuna gidecektim. Ailemden ilk ayrılığımdı. Sabahtan öğlene kadar Kuran kursuna gidiyor, öğleden sonra ya arkadaşlarımla ve dayımın çocukları ile eski istasyondaki traverslerin tepesinde oynuyor, ya dayımın dükkânına gidip ona yardım ediyor ya da çocuk parklarında salıncaklara, tahterevallilere biniyorduk. Kısacası gün çabuk geçiyordu da akşam inerken bir hüzün ve özlem kaplıyordu içimi. Bu yaşımda gün batımlarında aynı hüznü ve özlem duygusunu yaşarım.<br />
<br />
<br />
Arasıra annemin halası olan Hamdiye Hala’ya giderdim. Kocası İsmail Enişteyi yıllar önce kaybetmiş, yalnız başına yaşayan, çocuğu olmayan ve bu yüzden bizleri çok seven pamuk gibi bir kadındı. İzmir’e geldiğinde bizleri alır Cici parka gezmeye götürür, evde olduğumuzda da çok güzel masal anlatırdı. Büyük bir evde yaşardı. Evin çit kanatlı kapısı zemini mavi badanayla boyanmış çevresine üzerine kilim atılmış tahtadan yürüyüş yolları yapılmış bir avluya açılırdı. Kapının tam karşısında hayat denilen açık salonun ortasında büyük bir masa durur, masanın üzerinde de her zaman pırıl pırıl olan “paşaçadırı” çiçeği bulunurdu. Sol tarafta geniş, dışarıya bakan pencereleri her zaman kapalı olan ve bu yüzden loş bir misafir salonu bulunurdu. Salon tamamen halı kaplı, karşı tarafta boydan boya sedir, diğer duvarda boydan boya gömme dolap, gömme dolabın önünde ve iç avluya bakan bölümde yer minderler bulunurdu. Gömme dolabın bir kapağının içi gömme banyoydu. Saat başı çanı vuran büyük bir duvar saati ve duvar halıları duvarlarda asılıydı. Salonun hemen yanından ahşap merdivenlerle üst kata çıkılırdı. Burada da iki yatak odası ve çeşit çeşit çiçeklerin bulunduğu terasa çıkan koridor yer alırdı. Anneannemler yakın bir köye düğüne gidecekleri bir akşam beni Hamdiye Halaya bırakmışlardı. Bu güzel ve büyük evde bir gece kalmış, terastaki çiçekleri sulamış, akşam ezanı vakti açan “ezan Çiçekleri”nin açılışını izlemiştim. Bu güzel evin kokusunu halen içimde hissederim.<br />
<br />
<br />
Büyükbabam Adliyeden, başkâtiplikten emekli bembeyaz saçları olan uzun boylu ve çok sinirli birisiydi. Çok severdik ama ödümüzde kopardı. Büyük Caminin yanındaki küçücük dükkânında av malzemeleri satardı. Anneannem ufacık tefecik kulakları duymadığı için kulaklık takan sevimli bir Türk kadınıydı.<br />
<br />
Tek kaygısı evinin işlerini aksatmamak ve büyükbabamı sinirlendirmemekti.<br />
<br />
Karpuz zamanı her gün öğlene kadar İnönü İlkokulunun köşesinde karpuz pazarı kurulurdu. Köylüler eşeklerinin iki yanlarındaki küfelere karpuzları yüklerler ve pazara getirirlerdi. Büyükbabam her hafta oradan küfe ile karpuz alır, karpuzcu eşeği ile eve kadar getirir biz de odadaki tahta sedirin altına taşırdık. Kan kırmızı ve bal tadındaydı karpuzlar, günlerce dursa bile bozulmazdı.<br />
<br />
<br />
Ağustos ayında annemler de geldi, özlem bitti. Babam annemi bırakıp İzmir’e döndü. Ertesi gün eve kasa kasa domates geldi. Evin bahçesinde o domatesler leğenlere doğrandı, ezildi, sıkıldı ve tepsilere yayılarak güneşlenmeye bırakıldı. Salçanın olması beklenirken hemen makarnanın ve tarhananın hamuru tutuldu. Tarhananın hamuru ekşimeye bırakılırken kuruyan makarnalar sofra tahtasının üzerinde önce şerit şerit sonra da erişte boyunda kesilip tertemiz çarşaflara serildi. Ekşiyen tarhana hamuru kurutulup ufalandı. Ve tüm bu işlemler yapılırken bizlerde ekibin bir parçasıydık. Bizlerde domatesi sıktık, makarna kestik ve tarhana ufaladık. Onbeş gün sonra babam geldiğinde kış erzaklarımız tamamlanmıştı.<br />
<br />
<br />
İzmir’e dönüp okul hazırlıklarımızı yapmamız gerekiyordu ve 20 Ağustos’da Fuar da açılacaktı.<br />
<br />
<br />
O yıl okula başlarken bu bina da son yılımız olduğunu bilmiyorduk. Günün birinde itfaiye iyice eskiyen okul binamızın çatı arasından bir kangal yılan çıkarınca yıkım işlemi hızlandı. Bizim okulun öğrencileri Eşrefpaşadaki Tınaztepe ilkokuluna üçüncü vardiya olarak aktarıldılar ve bizim okulumuz yıkıldı.<br />
<br />
<br />
Birinci dönemi bitirdiğimizde babamın kurs için bir aylığına Eskişehir’e gitmesi gerekiyordu. Annemi üç çocukla İzmir’de yalnız bırakmak istemediği için Ödemiş’e Anneannemlerin yanına bıraktı. Böylece İnönü İlkokulunda da bir ay misafir öğrenci olarak okudum. İzmir’den gelmem nedeniyle oradaki öğrencilere göre hayli başarılıydım. Güzel bir bir aylık misafir öğrencilik yaşadım. Ardından babamın kursu bitince tekrar İzmir’e Gül Öğretmenime ve arkadaşlarımın yanına döndüm.<br />
<br />
<br />
* * *<br />
<br />
<img border="0" src="https://4.bp.blogspot.com/_yX3vrc9uA9o/SvL_-P77ScI/AAAAAAAAA5I/_SJ0kSE6YqE/s320/Untitled-Scanned-11.jpg" /><br />
<br />
Okulun bitimiyle birlikte bizim evde bir telaş başladı. Yatak odası yenilendi, yeni karyola ve gardırop, evin misafir odasına yeni koltuk takımları alındı. Tel dolabın yerine pırıl pırıl bir buzdolabı geldi. Mutfağa banko yapıldı, bunun üzerine dört büyük bir küçük ocağı olan Mobilgaz marka tüplü ocak geldi. Misafir odasına iki adet yeni halı alındı. Ortaya güzel bir formika sehpa geldi.<br />
<br />
Evle ilgili yenilenme bitince sıra bize geldi. Kemeraltı Çarşısından Ragıp’a ve bana aynı model şortlu takım elbise, yeni ayakkabılar, pelerin, asa, terlikler, sünnet elbiseleri, Nuray’a cicili bicili kıyafetler alındı. Bu yaz sünnet olacaktık. Sünnet zaten başlı başına korkutucu bir olaydı bir de bunu gözleri görmeyen 70 yaşında Sünnetçi Tevfik’in yapacak olması korkumuzu ikiye katlıyordu.<br />
<br />
<br />
<img border="0" src="https://3.bp.blogspot.com/_yX3vrc9uA9o/SvL_-W9JuUI/AAAAAAAAA5Y/YlpgBJFaH4U/s320/Untitled-Scanned-16.jpg" /><br />
<br />
Kına gecesi, sünnet günü arabalarla gezmeler, oynanan harmandalılar, takılan kol saatleri altınlar, paralar Müzik hocası akordeon sanatçısı Fikri Bey'in oynattığı oyunlar derken o meş'um an geldi. Önce cicili bicili elbiseler çıkarıldı beyaz entari şeklinde sünnet kıyafetleri giydirildi. Sonra biz ağlar tepinirken kah " erkek olacaksın, erkek adam korkar mı, hiç acımayacak" sözleri arasında sünnetçi Tevfik amcanın önününe getirildik. Rahmetli Habip Bakkal kirveliğimizi yaparken ağzımıza bir parça lokum verip tekbir getirmeye başladılar.... Sadece alkışlarla birlikte bir yanma hissettim sonra kucaklarda karyoladaydım. Başucumuzda vantilatör, bir yanımda hediye oyuncaklar bir yanımda benden önce sünnet olan kardeşim Ragıp yatıyorduk<br />
<br />
Sonra ki günler daha zor geçti. Sünnetçi Tevfik her gün pansumana geliyordu. Her pansuman bizim için kabustu. Yapışan sargı bezini çıkarması işkenceydi. O zamanlar yaralara SP3 denilen penisilin tozu serpiyorlardı bu da sargı bezinin yapışmasına, çıkarılırken de canımızın yanmasına sebep oluyordu. Üçüncü gün sünnetçi Tevfik geldiğinde kendimizi banyoya kilitledik ve ondan sonra pansumanlardan kurtulduk..<br />
<br />
<br />
O yaz sünnet telaşı ile geçti. Ardından okul hazırlıkları başladı. Bu sene beşinci sınıf yani son sınıf oluyordum ve İlkokul bitiyordu. Beni bekleyen sıkı bir ders yılı ve ders yılı sonunda okul bitirme sınavları vardı.Matematik, Sosyal Bilgiler, Fen Bilgisi Türkçe, Beden Eğitimi ve Müzikten bitirme sınavına giriyorduk. Bir yandan Sevgili öğretmenimiz Gül Şakar tarafından sene sonu bitirme sınavına hazırlanırken bir yandan da mezuniyet töreni için rontlar, piyesler hazırlanıyordu. Ben de dans yeteneği olmadığı için Denizciler rontuna seçilememiş ve çok hoşuma giden mavi beyaz bahriyeli kıyafetini giyememiştim.<br />
<br />
Bir yıl çabuk geçti. Yazılı ve kurul karşısındaki sınavlar başarıyla verildi. Beden Eğitimi sınavında bahçede topluca jimnastik hareketleri ardından da müzik sınavında yine bahçede topluca " Neslin Deden Ceddin Atan " mehter marşını söyleyerek mezun olduk. Artık ilkokulu bitirip diplomamızı almıştık, yeni bir dönem<br />
<br />
başlıyordu.<br />
<br />
<br />
* * *<br />
<br />
<br />
O tarihlerde ilkokulda PODYA da denilen siyah önlükler giyiliyordu. Ve beyaz kolalı yakalar takıyorduk. Bir cebimizde gündelik diğer cebimizde ise temiz mendillerimiz olurdu. Artık ilkokulu bitirip ortaokula başlarken bu siyah önlük ve kolalı yakadan kurtuluyorduk ama bu kez kravat takma derdi başlıyordu.<br />
<br />
<br />
Kaydımızı o günkü şartlar gereği bizim mezun olduğumuz okulun öğrencilerini kabul eden Kestelli Orta Okuluna yaptırdık. Yeni okulum evimize 10 dakika yürüyüş mesafesinde koruluk parkı içindeydi. Şerife Eczacıbaşı ilk okuluyla aynı bahçeyi paylaşıyordu, yeni tip bir orta okuldu.<br />
<br />
<br />
Kayıt işleminden sonra sıra kılık kıyafete gelmişti. Takım elbise diktirtmemiz gerekiyordu. Karşı komşumuz benim de doğduğum evin sahibesi Menekşe Teyzenin oğlu Şakir iyi bir terziydi. Yıllarca Paris'te çalışmış sonra alışamayınca yurda geri dönmüştü. Ancak Şakir gece hayatına çok düşkün, geceleri bar pavyon gezen sabaha karşı eve sarhoş gelen geç vakitlere kadar uyuyan birydi. Bir sipariş verdiğinizde söz verdiği günde vermesi mümkün değildi. O yüzden babam riske girmeyip aldığımız takım elbiselik kumaşı bir sokak arkadaki Terzi Münir'e verdi. Ölçüler alında, birinci prova ikinci prova derken biraz büyükçe -en azından ortaokul bitinceye kadar idare edecek- koyu kahverengi ilk takım elbisem dikildi.<br />
<br />
Teyzem rahmetli Şaban eniştenin bütün kravatları ile büyük, meşinden, kenarları ve köşeleri çelik takviyeli evrak çantasını da bana vermişti.<br />
<br />
Okulların açıldığı ilk gün yeni takım elbisemi giydim, uygun bir kravat bulup taktım. Kravat bağlamayı bilmediğimiz için sanırım Metin Abiye bağlatmıştım.Kravatı çözmeden dikkatlice gevşeterek boynumdan çıkarıyordum yine dikkatlice takıyordum.<br />
<br />
İlk gün okula tek başıma gittim. Ben mi öyle istedim; hadi babam çalışıyordu annemin de işi vardı o yüzden zorunlu olarak mı yalnız gittim hatırlamıyorum. Ama artık sonuçta ilkokulu bitirmiş delikanlı olmuştuk, büyümüştük. Okul bahçesinde yerlere yazılı yazılardan sınıfımı bulup sıraya girdim ve ilk tanıştığım arkadaşım Mustafa oldu.<br />
<br />
<br />
Mustafa ile yıllar sürecek bir dostluğumuz böyle başladı. Babası rahmetli Aziz Amca ve annesi Hidayet Teyze annem babam gibiydiler. Halen görüştüğümüz Sevgül Abla da gerçek bir ablaydı. Topaltı semtinde iki odadan oluşan bahçeli mütevazi müstakil bir evde oturuyorlardı. Orta okul yıllarında günün çoğunu ders çalışma bahanesiyle orada geçirirdim. Mustafa bir ara - birici sınıfta mıydı ikinci sınıfta mıydı hatırlamıyorum - çok ciddi ateşli bir hastalık geçirdi. Okula yaklaşık kırk beş gün kadar ara verdi, günlerce hastanede yattı. Eve çıktığında ise bütün saçları dökülmüştü. O dönemde de arkadaşlığımız aksamadı ben mümkün olduğunca ziyaret edip okulda öğrendiklerimizi, işlediğimiz dersleri aktarıyordum.<br />
<br />
Mustafa ile yollarımız önce ortaokul bitince ayrıldı. Ben babamın çok arzu ettiği Atatürk Lisesine yazılırken Mustafa daha mütevazi ve iddiasız Eşrefpaşa lisesine yazılmıştı. Lise bitiminde üniversiteye yazıldığımız da tekrar biraraya geldik. Bu kez yakın arkadaşlığımız her ikimiz de evleninceye kadar sürdü önceleri tüm gençlik arkadaşları ailecek görüşüyorduk, gece oturmalarına, hafta sonları birlikte pikniklere gidiyorduk. Sonra aniden nedenini halen bilmediğim bir şekilde Mustafa'nın eşi - ki O da gençlik arkadaşımızdı, Mustafa'nın çocukluk aşkıydı - kapris yaptı ve bizlere tavır aldı. Mustafa ile bunu konuştuğumuzda nedenini izah edemese bile Mukadder'in görüşmek istemediğini ve gerekirse erkek erkeğe görüşmemizi önerdi. Tabi ki bu durum yürümedi, sonuçta hepimiz aile olmuştuk ve hep birlikte görüşüyorduk. Mustafa ile ilişkilerimiz yavaş yavaş soğumaya başladı zamanla da koptu. Artık sadece cenazelerde ya da ortak tanıdıklarımızın evlilik vb törenlerinde görüşüyorduk. Bir kadının kaprisi yılların arkadaşlığını ve dostluğunu bitirmişti. Bu olaya da en çok üzülen ve o sıralarda kalın barsak kanseri ile mücadele eden Aziz Amca üzülmüştü gelinini ve Mustafa'yı affetmiyordu. Son günlerinde bana vasiyeti ne olursa olsun Mustafa'yı bırakmayın olmuştu. O'nun vasiyetine uyup sevgili arkadaşımı yıllarca uzaktan takip ettim.<br />
<br />
<br />
Neyse biz dönelim tekrar orta okul yıllarına. Bu okula kaydolmak ve buradaki öğretmenlerle yetişmek benim için büyük bir şans oldu. Kimliğimi, kişiliğimi geliştirecek beni hayata hazırlayacak bir çok olumlu özelliği burada kazandım. Matematik öğretmenim Nuran VARİLSÜHA, Türkçe öğretmenlerim Filiz MELTEM ve Çiçek ŞENGEZER, İngilizce öğretmenim Mümtaz BAŞ, Sosyal Bilgiler ve zaman zaman da Beden Eğitimi öğretmenim İdris ÖZGÜR derslerin dışında bize aktardıkları ile bizi hayata hazırladılar, iyi, aydın, düşünen, sorgulayan, çevreye saygılı, okumayı seven bireyler olmamızı sağladılar.<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<a href="http://2.bp.blogspot.com/-orVfYFtTE-Q/UfZJ_BhzP2I/AAAAAAAAH4w/ltMFYN78Ass/s1600/Untitled-Scanned-08.jpg"><img border="0" src="https://2.bp.blogspot.com/-orVfYFtTE-Q/UfZJ_BhzP2I/AAAAAAAAH4w/ltMFYN78Ass/s320/Untitled-Scanned-08.jpg" /></a><br />
<br />
<br />
Sevgili Filiz MELTEM ve sınıf arkadaşlarım ( Sağ başta ceketli olan Tuğrul )<br />
<br />
<br />
İlk okulda ki çocukluk aşkını bir kenara bırakacak olursak ilk gençlik aşkını da bu yıllarda yaşadım. Aygül'e aşıktım ama söyleyemiyordum. Sürekli birlikte dolaşıyor, İngiliz yokuşundaki halk kütüphanesine gidiyor birlikte ders çalışıyor ama açılamıyordum. Yine kütüphaneye gideceğimiz bir gün, önceden yazdığım mektubu kütüphanede çıkardığı paltosunun cebine koydum. Ben heyecanla cevap beklerken Aygül her gün biraz daha uzaklaştı. Sonradan öğrendim ki Aygül de Namık Kemal Lisesinden bir çocuğa aşıkmış. Böylece ilk platonik aşkım başlamadan bitti.<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<a href="http://4.bp.blogspot.com/-GQEk9iQdvIw/UfZJ_mbJ58I/AAAAAAAAH40/xnm_1Ffwb14/s1600/Untitled-Scanned-13.jpg"><img border="0" src="https://4.bp.blogspot.com/-GQEk9iQdvIw/UfZJ_mbJ58I/AAAAAAAAH40/xnm_1Ffwb14/s320/Untitled-Scanned-13.jpg" /></a><br />
<br />
<br />
Ahmet KIZILAY, Filiz MELTEM, Mustafa ÖGETTİN ve ben<br />
<br />
<br />
Sınıftaki tek aşk benimki değildi tabii.Tuğrul isminde yakışıklı bir arkadaşımız ve Kezban isminde çok güzel bir kız arkadaşımız vardı. Ve bu Tuğrul, Kezban'a kara sevdalı idi. Bu sevdayı da öğretmenler dahil herkes biliyordu. Ama ne yazık ki Tuğrul'un sevdası da karşılıksızdı. Çocuk yemekten içmekten kesilmiş, dersleri kötüye gidiyor; O, aşkından ve Kezban'ın evinin çevresinde dolaşmaktan vazgeçmiyordu. Sonunda hem Türkçe öğretmenimiz hem de sınıf öğretmenimiz Filiz MELTEM dayanamadı duruma el koydu.Bir gün sınıfa elinde makasla geldi, Tuğrul'u tahtaya kaldırdı ve Tuğrul'un o güzelim saçlarını makasla bir yol açacak şekilde kesti. Ardından bize aşkla, sevdayla, kız erkek arkadaşlığı ile ilk hayat dersimizi verdi. Sonuçta da " Ne benim gibi geç kalın ne de Tuğrul gibi erken davranın, her şeyi zamanında yaşayın " diye kendini de ortaya koyarak konuyu bağladı. Tuğrul ertesi gün tıraş oldu, saçları üç numara kesilmişti, bir süre daha dalgın dalgın dolaştı ama saçları yeniden uzayıncaya kadar bu ilk travmayı atlattı.<br />
<br />
<br />
Doğaldır ki sadece yaşanamayan ya da platonik yaşanan aşklar yoktu ortaokul yıllarında. Eğitim ve öğretimde tam gaz gidiyordu. Filiz Öğretmenin şubat tatiline girerken verdiği elli kitaplık listeden HEMİNGWAY'in " İhtiyar balıkçı" sını ve Yakup Kadri' nin "Yaban" ını okudum. Babamın Sümerbank Kütüphanesinden getirdiği Jules Verne romanları dışında okuduğum ilk edebi kitaplardı.<br />
<br />
İngilizce Öğretmenimiz Mümtaz BAŞ'ın yazdığı İngilizce yardımcı ders kitapları için biz de yardımcı oluyorduk. Öğretmenimizin matbaadan gelen fasiküllerde yaptığı düzeltmelerden sonra fasikülleri tekrar matbaaya götürüyorduk. Bu getir götür işlerinin sonunda, öğretmenimizin kitabı çıktığında pırıl pırıl lacivert mavi kapağı ile albenili bir İngilizce yardımcı kitabımız oldu. Bu ilk kitabı Passive Voice ve İndirect Speech adlı iki İngilizce yardımcı kitabı daha izledi.<br />
<br />
<a href="http://3.bp.blogspot.com/-OHJW0-yKvIA/UfZJ_W9tkWI/AAAAAAAAH48/0k8NdPn-_bk/s1600/Untitled-Scanned-09.jpg"><img border="0" src="https://3.bp.blogspot.com/-OHJW0-yKvIA/UfZJ_W9tkWI/AAAAAAAAH48/0k8NdPn-_bk/s320/Untitled-Scanned-09.jpg" /></a><br />
<br />
<br />
Stajyer matemetik öğretmenimiz ve gönüllü matematik kursiyerleri. ( Mustafa uzun süren hastalık dönemi sonrası saçları yeni yeni çıkıyor.)<br />
<br />
<br />
Fen derslerimizde hem teorik hem deneylerle devam ediyordu ama bu deney çalışmaları benim için kabusa dönüyordu. Kimyasal reaksiyonları işlediğimiz bir konuda öğretmenimiz yangın söndürücü yapma ödevi vermişti. Bir serum şişesinin içine sülfirik asit küçük bir şişeye de başka bir kimyasal madde koyuyorduk bu iki kimyasal madde birleşince serum şişesinin ağzına taktığımız hortumdan karbondioksit çıkması gerekiyordu. Bizce her şeyi kuralına uygun yapmamıza rağmen iki kimyasal karışınca hızlı bir reaksiyon oldu ve şişe patladı. Sıçrayan asitli karışım benim tek kahverengi takım elbisemin boyasının atmasına ve lekelenmesine neden oldu. Okul bitinceye kadar mecburen o takım elbise ile idare ettim.<br />
<br />
<br />
İkinci bir kaza ise telgraf deneyini yaparken meydana geldi. Mustafaların evinde Tahta, elektrik telleri ve zımbalı dosya telinden telgraf düzeneğimizi yaptık. Sıra elektrik akımını vermeye ve cihazı çalıştırmaya gelmişti. Normalde yassı pille (4,5 V) yapmamız gerekiyordu ama bizim pilimiz olmadığı için Mustafaların gece lambasını çalıştıran transistörden akım verdik. Yine bir patlama oldu bu kez gözlük camlarımın ortasında toplu iğne başı büyüklüğünde hasar meydana geldi. Gözlük olmasaydı sanırım o hazar gözümde meydana gelecekti.<br />
<br />
<br />
Zaman zaman durağan zaman zaman hareketli bir üç yılın sonunda yine bitirme sınavlarına girerek Orta Okuldan başarı ile mezun oldum.<br />
<br />
<br />
* * *<br />
<br />
<br />
Ailem gezmeyi , yürüyüşü seven bir aileydi. İlkyazla birlikte akşamüstüleri ya da hafta sonları ailecek yürüyüşe çıkardık. Bu bazen Hatay tarafına Hakimevlerine doğru olur, o zamanlar son nokta olan Amerikan Konsolosluğunun ikametgahı üzerinden güneşin batışını izler geri dönerdik bazen de özellikle hafta sonları Troleybüsle Montrö Meydanına iner oradan Atatürk Lisesinin yanından Lozan Meydanına kadar yürür, sola önerek Kordon'a çıkardık. Deniz Kenarında Pasaportta bir akşam çayı içer yine aynı yolla geri dönerdik. Bu gezintilerde Atatürk Lisesinin duvarı boyunca yürürken babam bir gün mutlaka bu okulda okumamız gerektiğini bunun için çok çalışmamız gerektiğini hatırlatırdı. Gerçekten de çok etkileyici bir okuldu. İzmir'in sayılı okullarından biriydi. Bu okulda okumak ve oradan mezun olmak başlı başına bir prestijdi ve üniversitede başarı garantiydi.<br />
<br />
<br />
O yıllarda okullar ikametgaha göre öğrenci alıyorlardı. Bu durumda benim Atatürk Lisesine kaydımı yaptırmam imkansız gibiydi. Ama babam azmetmişti. Kayıt zamanı geldiğinde evraklarımızı tamamlayıp Atatürk Lisesinin yolunu tuttuk. Tahmin ettiğimiz gibi kayıt masasında reddedildik. Ama babam azmetmişti bir kez. Önce kayıtlardan sorumlu müdür yardımcısına çıktık, babam uzun uzun oğlunu neden o okula yazdırmak istediğini anlattı. Ama Müdür yardımcısı direniyordu. Sonunda babamın bu kadar ısrarına dayanamadı, kendi de sorumluluk almak istemediği için bizi beraberinde okul müdürüne götürdü. Okul Müdürü Ali Kemal GÖRGÜLÜ'ydü. Daha sonra kaydımı yaptırıp okula başlayınca da göreceğimiz gibi çok sert ve disiplinli biriydi. Ben o yaşımda böyle büyük gösterişli bir salona girince zaten ezilmiştim bir de sert bakışlı müdürü görünce tüm ümidim kaybolmuştu. Ama babam yılmadı biraz önce müdür yardımcısına anlattıklarını tekrar tekrar yineledi. Sonunda azmin gücü o sert bakışlı otoriter Ali Kemal GÖRGÜLÜ'yü bile etkilemişti. Bir yerden zırh çatlamıştı ama hemen teslim olmak istemiyordu. Bana kendi etrafımda şöyle bir dönmemi söyledi. Bir bahane bulmak içindi sanırım " - Saçları uzun bir traş ettirin gelin " dedi. Hemen en yakın berbere gittik, bir güzel Amerikan traşı olup tekrar geldik Ali Kemal müdürün karşısına. Bize bir kağıt imzalayıp kayıt masasına gönderdi ve kaydımız yapıldı. Babam azmederek istediğini başarmıştı ve çok mutluydu artık bana düşen, babamın kaydımı yaptırmak için verdiği çabayı boşa çıkarmamaktı.<br />
<br />
<br />
Artık ATATÜRK LİSELİ'ydim. O yıllarda ( halen de öyle ) İzmir Atatürk Lisesi İzmir'in en değerli ve en başarılı lisesiydi. Buradan mezun olanlar üniversitelerde iyi bir yere yerleşiyor ve ileri ki yaşamlarında çok başarılı oluyorlardı. Bugüne kadar bir çok bakan, vali, üniversite hocaları, konularında dünyaca ünlü hekimler, hakimler çıkarmıştı. Sadece eğitim alanında değil sportif alanda da çok başarılıydı. Atletizmden yüzmeye basketboldan futbola bir çok spor dalında yurt içi ve yurt dışında başarıya ulaşmış sporcu yetiştirmişti. Ve İzmir Atatürk Lisesi mezunu olmak bir gurur kaynağıydı.<br />
<br />
<br />
Okulumuz Müdürümüz Ali Kemal GÖRGÜLÜ tarafından çok sıkı bir disiplinle yönetiliyordu. Hepimiz ondan çok çekiniyorduk. Ders zamanlarında okulu dolaşır, sınıf kapılarındaki gözetleme camından sınıfları izlerdi. Bir kaç kez dersin son beş on dakikasında dersi kaynatmaya çalışırken baskın yemiştik. Çok kaliteli, işini gerçekten seven bir öğretmen kadrosu vardı. Mesleğe yıllarını vermiş deneyimli ve ünlü hocalarla birlikte mesleğinin ilk yıllarında olan öğretmenlerden oluşan bir öğretmen kadrosu vardı. Bu genç sayılacak öğretmenlerimiz bile tecrübeli öğretmenlerimize saygıda kusur etmezdi. Okulda saygı ve sevgiye dayanan hiyerarşik bir düzen vardı.<br />
<br />
<br />
1 - D. ilk sınıfım. Okulun merkez binasından ayrı ve yeni yapılan Rıdvan Nafiz paviyonundaydı. Birbiriyle çok iyi anlaşan bir sınıf olmuştuk. Çok iyi bir arkadaşlığımız vardı.Hepimiz başarılı olmaya odaklanmıştık ama içimizde Yavuz YAMAN gibi, Alp ALAYUNT gibi arkadaşlarımız sınıfa fark atıyordu. Ama onları hiç kıskanmazdık ve onlarla gurur duyardık.<br />
<br />
<br />
Gelelim öğretmenlerimize... Üzerimizde emeği olan öğretmenlerimiz sayıca çok olsa da bazı isimler yaşamımıza damga vuran ve anıları izleri kalanlar oldu. Başta Müdürümüz Ali Kemal GÖRGÜLÜ. Okulun lideriydi. Çok disiplinli, asla taviz vermeyen, iyi bir eğitimci iyi bir matematikçiydi. Eşi Halide GÖRGÜLÜ de en az onun kadar iyi bir eğitimci ve rehber öğretmendi. Fen Bilgisi dersimize Ayhan GÜRBÜZ girerdi. Kısa boylu, kıvırcık kısa saçlı, ufak tefek badem bıyıklı biriydi. Sürekli beyaz önlükle gezerdi. Sanırım badem bıyıklarından dolayı lakabı " Müftü " ydü. İyi bir öğretmenimizdi ve laboratuvar çalışmalarına çok önem verirdi. Matematik dersimize genç bir öğretmenimiz Zuhal GILOVA giriyordu. Vasat sayılabilecek bir öğretmenimizdi, üzerimizde çok fazla bir izi kalmamıştı. ELEPHANT İngilizce öğretmenimizdi. Bazı öğretmenlerimizin lakapları adlarından daha kalıcı oluyordu. Örneğin edebiyat öğretmenimiz CANBABA'nın gerçek ismini mezun olduktan sonra öğrenmiştim. Elephant'ta öyleydi. Çok miri yarı bir kadındı. Bu yüzden Elephan'tı lakabı. Bu iri yarı cüssesine rağmen sınıfta otoriteyi sağlamakta zorluk çekerdi. Sınıfta İngilizce konuşmaya çalışırdı. Çok kızdırdığımız zamanlar - bu genellikle sık olurdu - " That's enough " diye bağırırdı. Şimdi geriye dönüp baktığımda değerini bilememişiz diye düşünüyorum. Levent KARABULUT bize Bornova Maarif Kolejinin ( şimdiki Bornova Anadolu Lisesi ) ortaokul bölümümden gelen bir arkadaşımızdı. Dolayısı ile İngilizce'si çok iyiydi. Bu yüzden Elephant'ın derslerinde onun yardımcısı gibiydi ve çok rahat ederdi.<br />
<br />
Bir başka anılarıma yerleşen öğretmenimiz de Fizikçimiz İsmail Hakkı DOLU'ydu. O nunda lakabı " BAKKAL" dı. Kısa boylu, gür bıyıklı ve üzerine büyük gelen salaş bir önlükle derslere giren bir öğretmenimizdi. Sanırım bu önlük yüzünden lakabı Bakkal'dı. En belelı dersimizdi PSSC Fiziği. Bir tek Yavuz anlardı. Bizler bir konunun üzerinden iki üç konu geçtikten sonra ve haliyle yazılı da kırık not aldıktan sonra anlardık geçmiş konuyu. Bu yüzden de o yıl hayatımda ilk defa bütünlemeye kaldığım derslerden biriydi Fizik.<br />
<br />
<br />
Freud, Selahattin GÖKTEPE.. Ahlak dersi öğretmenimizdi. Pırıl pırıl takım elbisesi ve papyonu ile bir ekoldü. Psikoloji derslerin ede girerdi. Saçları her daim biryantinli, çok güzel bir İstanbul Türkçesi konuşan bir İstanbul Beyefendisiydi. Ceketinin iç cepleri devasa büyüklükteydi sanki. Sağ elini sol iç cebine atar, kocaman not defterini ve dolmakalemini çıkarır, sözlüye başlardı. Derste sıkıntı basıp uykusu gelip elini çenesine dayayarak kestiren arkadaşları kibarca uyarırdı: - Oğlum elini çenenden çek moraracak sonra annen ne oldu diye merak edecek...<br />
<br />
<br />
Bir diğer şahsı nev-ine münhasır öğretmenimiz de Coğrafya öğretmenimiz Necmettin BAYÇELEBİ idi. İnce uzun fiziği uzun ve köprülü burnu nedeniyle lakabı " LAZ " dı. Çok sinirli biriydi. Ders sırasında sıraların arasında dolaşırken konuşan, gülüşen öğrenciye aniden elinin tersi ile tokadı yapıştırırdı. Ama bu tavrı bile bir gün okula giyip geldiği iki renkli, sivri burunlu ayakkabılarını bir ders boyunca makaraya almamıza engel olamadı. Bir de anılarda kalan bir sözlü sorusu var Necmettin Hocadan. Sözlüye kaldırdığı bir arkadaşımıza Coğrafya kitabındaki Andromeda Nebulasının fotoğrafının alt yazısını kapayarak, bu nedir?, diye sorması.<br />
<br />
<br />
CANBABA; lise ikinci sınıftaki Edebiyat öğretmenimiz. Yılların hocası, tonton yaşlı bir öğretmenimiz. Bana edebiyatı sevdiren öğretmenlerimden biri. Dersi hiç bir zaman not korkusu ile ders olarak işlkemedi. Yaşamın bir parçası gibi işledi. Asla tahtaya çekip sözlü yapmazdı. Ders anlatırken sınıfa bir soru sorar bilene + verirdi bu + lar üç tane oldumu sözlü notu olarak Dokuz alırdınız. Bu yöntemle öğrenciyi hem derste diri tutar hem de dersin interaltif olmasını sağlardı. Gerçek ismini okuldan mezun olduktan çok sonra öğrendi. Ömer Faruk NİŞLİ.<br />
<br />
<br />
Deren ALTAN, lise ikinci sınıftaki İngilizce öğretmenimiz. Genç nesilden oldukça güzel zarif bir kadındı. İngilizce derslerinde dersleri dinlemekten çok O'nu izlemekle geçirirdik. O nu biraz daha fazla görebilmek için teneffüs zili çaldıktan sonra bile soracak sorularımız olurdu. Genç ergenler hepimiz aşıktık O'na.<br />
<br />
<br />
ŞAŞI, Müdür yardımcımız coğrafya öğretmeni Celal Bey. Lise ikinci yılı bitirdiğimiz öğretim yılının son haftasıydı. Yatılılar memleketlerine gitmişlerdi. Derslerin çoğu boş geçiyordu. Ve bu boş derslerde okulun Fen sınıfları içinde en haylaz sınıfı olan 2 Fen D olarak ortalığı yıkıyorduk. Gürültünün dozu arttığı zaman Müdür Yardımcımız Celal Bey elinde 50 cm'lik cetveliyle kapıda gözükür, biraz azar, biraz tehdit, biraz da nasihatla sınıfı sakinleştirdi. Yine böyle boş derslerden birinde kalan az sayıdaki biz gündüzlü öğrenciler iki guruba bölünmüş Metin'in getirdiği porno dergilere dalmışız. Kapıya diktiğimiz nöbetçi de nefsine yenilmiş nöbet yerini terkedip dergilere dalmış. Ders boş, normalde ortalığı yıkan haylaz sınıftan çıt çıkmıyor, haliyle dersin boş olduğunu bilen Celal Bey'in dikkatini çekmiş ve sessizce sınıfa gelmiş. Biz o kadar dalmışız ki dergilere geldiğini duymamışız bile. Haliyle basıldık. Celal Bey önce dergilere el koydu, sonra sigara araması yaptı, yağdı, esti gürledi. Ama okulun son günleri olması nedeniyle bizi disipline vermeyeceğini söyleyerek dergileri aldı gitti. Biz dergileri kaptırmıştık ama en azından disipline verilmekten kurtulmuştuk. Bir söylentiye göre Celal Hoca dergilere el koyduktan sonra odasına kapanmış...<br />
<br />
<br />
Birgül CİRİK; bir diğer edebiyat öğretmenim. Bana edebiyatı sevdiren, yazmayı sevdiren kompoziyona verdiği önemle hem ödev olarak hem sınav olarak yazdırdığı kompozisyonlarla kendimizi doğru ve anlaşılır şekilde ifade etme becerisini kazandıran öğretmenim. Edebiyatın yanısıra laikliği öğretirken makamında okunan bir ezandan alınacak hazzın yüceliğini de vurgulayan bir eğitimciydi.<br />
<br />
<br />
Ve Nedime ENGİNSU; okul dışında görseniz tonton bir anneanne sanacağınız ama sınıfa girince öğretmen masasının köşesine yerleşip " Efendiler..." diye derse başlayan Atatürk'e hayran bir Cumhuriyet öğretmeniydi. Mükemmel bir insan, mükemmel bir öğretmendi. Atatürk'ü biz onunla bir kez daha tanıdık bir kez daha sevdik.. Yakın tarihimizi onunla bir kez daha anlama anlamlandırma olanağı bulduk.<br />
<br />
<br />
MUZO, karizmatik Beden Eğitimi öğretmenimiz Muzaffer ANGÜN. Her pazartesi haftayı onun gür sesi ile açar her cuma günü onun gür sesi ile kapatırdık. İstaklal marşı ve okul marşımızı söylemeye hazırlanırken " rahat, hazırol " komutlarından sonra " Hançereleriniz yırtılırcasına " söylememizi isterdi.<br />
<br />
<br />
Bu bizim dersimize giren bizler de iz bırakan öğretmenlerimizin dışında Kimya öğretmenimiz Meral Öğretmen gibi işini hakkıyla yapan ama çok fazla karizmatik olmayan iyi niyetli öğretmenlerimiz de anmak isterim.<br />
<br />
<br />
Bu saydığım öğretmenlerimiz dışında bizim derslerimize girmeyen ama okulumuzda ve eğitim camiasında efsane hocalarımız vardı. Edebiyatçı ŞAİR lakaplı Nahit Ulvi AKGÜN, Matematikçi Saffet ULUSOY, Dürdane Hanım, Müzik Öğretmeni KIZ Çetin vb..<br />
<br />
* * *<br />
<br />
1975 yılının yağmurlu bir Ekim sabahı. Sabah karabulutların eşliğinde ilk kez üniversiteye adım atmışız. 1000 kişilik MÖTBE amfisi tıklım tıklım dolu. Dışarıda gök delindi sanki; gök gürültüsüyle oturduğumuz sıralar sarsılıyor. Sahnede – kürsü değildi bayağı bildiğimiz sahneydi- Tepegözün başındaki koltukta oturan Prof. Dr. Emin DİKMAN Organik Kimyanın ilk dersini veriyor. Birden dışarıdaki gök gürültüsünü bastıran bir sesle amfinin büyük ahşap kapısı tekmelerle yumruklarla ve marşlarla patlarcasına açılıyor.<br />
“ Türkiye dağlarında çiçekler açar,<br />
Devrimci Halk Ordusu ateşler saçar…”<br />
Parkalı bir gurup amfiye ve sahneye el koyuyor. İnatla dersini anlatmaya devam eden Emin hoca dört kişi tarafında koltuğu ile birlikte amfi dışına alınıyor. Elektrikler kesiliyor. Çakmak alevinin ışığında gür sesli yeşil parkalı biri haykırıyor.<br />
“ – Arkadaşlar…<br />
<br />
Yıl 1975 Ahval-i şerait:<br />
EÜ Tıp Fakültesi İGD’nin hâkimiyetinde Ülkücüler tutunmaya çalışıyor,<br />
<div>
Anatomi kürsüsü ve baraka yemekhanenin bulunduğu Küçük Kampus Halkın Sesi- Aydınlıkçıların kontrolünde,<br />
EÜ Büyük Kampus Halkın Kurtuluşu ve Halkın Yolu kontrolünde,<br />
Bornova Merkez Ülkücülerin kontrolünde,<br />
Buca Eğitim Enstitüsünün bulunduğu Buca Ülkücülerin kontrolünde</div>
<div>
<br />
* * *<br />
<br />
1976 kışının soğuk bir akşamı. Kampus içindeki yabancı diller okulunda İngilizce dersindeyiz. Dersin ortasında aniden kapı açılıyor. İçeri giren parkalı arkadaşlar nefes nefese,<br />
“ Bornova Ülkü Ocakları Başkanı vuruldu. Bornova merkeze çıkmayın. Gurup halinde hareket edin “ diyerek uyarıyorlar. Gecenin karanlığında Hastaneye yürümeye de cesaret edemiyoruz. Kuzeye doğru yürüyüp Ankara asfaltına çıkıyoruz, otostop yapıyoruz. Duran bir kamyonetin kasasında gübreler içinde sarıkızla birlikte İzmir’e gelebiliyoruz.<br />
<br />
Yıl 1976 Ahval-i şerait<br />
Ülkü Ocakları Başkanının ölümü ve sağ görüşlü askeri öğrencilerin Tıp Fakültesinden kovulmasıyla Bornova merkez ve Tıp Fakültesindeki Ülkücü etkinliği sona eriyor. Artık Bornova Merkeze ve boykot olduğu günlerde Bornova büyük parktaki Kız Kahvesine rahat rahat çıkıp okey oynayabiliyoruz.<br />
<br />
* * *<br />
1977 yılının 1 Mayıs’ı.<br />
Taksim Meydanında kızıl karanfiller açmış. Tıp Fakültesi bodrum kattaki Histoloji Laboratuarının önü. Tok sesli bir konuşmacı gür sesiyle katliamı lanetliyor<br />
Tıp Fakültesinde İGD nin hâkimiyeti bitiyor. İkiye bölünen DEV – GENÇ’İN Dev- Yol fraksiyonu egemenliğini kuruyor.<br />
<br />
* * *<br />
1980 yılının 12 Eylül sonrası.<br />
Amfilerin kapısında tanımadığımız tipler duruyor. Herkes tedirgin.<br />
“… Gürcan'ı da almışlar…”</div>
<div>
Tüm yurtta olduğu gibi Ege Üniversitesinde de hakimiyet 12 Eylül'cülerde.<br />
<br />
<br />
* * *<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
ZORUNLU HİZMET: KARS<br />
<br />
1. Bölüm<br />
<b>Savruk uçuşlu kırlangıçlar gibi dağıldık dört bir yana...</b><br />
<br />
- Mujjjjjj, Mujjjjjj....Bulaaaanıkkkkkk... Hah hahhaaaaaaaa... Mujjjjjj.<br />
Ağustos ayının on ikisinin gecesinde, yaz serinliğindeki Ankara'nın Sakarya caddesi sarhoş bir genç kadının kahkahaları ile çınlıyor.<br />
Daha bir gece önceydi. Yine serin bir Ankara gecesinde, yine Sakarya Caddesindeki bir pubda, Şeytanın İninde oturmuş, keyifle biralarımızı yudumluyorduk. Henüz umut doluyduk... Fakülteden mezun olmuş, 12 Eylül yönetiminin getirdiği "Zorunlu Hizmet " yasasının kurbanı olan ikinci kuşak olarak kur'amızı çekmeye gelmiştik. Her birimiz farklı zamanda ve farklı yollardan gelsek de,<br />
Ankara'nın merkezi Kızılay'da buluşmuştuk. Sonrada Sakarya Caddesinde Şeytan'ın İni'nde oturmuş, saç kavurmamızı söylemiş biralarımızı yudumluyorduk. Söyledim ya, henüz umutlarımız vardı, az da olsa... Bir ihtimal iyi bir yer çekebilirdik. Oysa bugün kaderimizle yüzleşmiştik. Sıhhiyedeki Sağlık<br />
Bakanlığı binasının konferans salonu tıklım tıklım doluydu. Heyecanı, korkuyu, umudu hissetmemek<br />
mümkün değildi. Yüreğimizin bir köşesi korkuyla sıkışırken diğer köşesi umudunu sürdürüyordu. Ama umutlarımız uzun sürmedi. Her birimiz Anadolu'nun, daha doğrusu Orta ve Doğu Anadolu'nun ücra köşelerine savrulmuştuk. Benim payıma da Kars İli, Susuz İlçesi, Yolboyu Köyü Sağlık Ocağı düşmüştü. Kurayı çekip kaderimin yazılı olduğu küçük kağıt parçasını mübaşire uzattım. Mübaşir anons ederken Tarsus, Yolboyu Köyü Sağlık Ocağı anlamıştım. Kağıdı tekrar elime verdiğinde<br />
kısa süreli sevincim uçup gitmişti. Tarsus diye anladığım Kars Susuz'du.<br />
Kur'a akşamı yine Sakarya caddesinde toplandık. Bu kez umudun yerinde büyük bir hayal kırıklığı, hüzün vardı. Bu akşam bira kesmezdi bizi. Daha sert bir şey gerekliydi, Rakı söylendi. Kadehler ardı ardına boşalıp hüzünle birleşince çakırkeyiflikten alkollüye geçmek uzun sürmedi. İlkin Fügen'in kahkahaları çınlattı Sakarya Caddesini...<br />
- Mujjjjjj, Mujjjjjj....Bulaaaanıkkkkkk... Hah hah haaaaaaaa... Mujjjjjj.<br />
<br />
Kısa süren sarhoş kahkahaların yerini hıçkırıklar aldı. Fügen kah kahkalarla gülüyor kah hıçkırıklarla ağlıyordu. Muş Bulanık İlçesini çekmişti. Savruk uçuşlu kırlangıçlar gibi dağılmıştık dört bir yana..<br />
Geceyi nasıl bitirdik, Fikret ile birlikte ODTÜ'de okuyan arkadaşım Melih'in evine nasıl geldik hiç hatırlamıyorum. Uyandığımda başım çatlıyordu. Soğuk bir duş aldım. Hiç iştahım olmasa da kahvaltılık bir şeyler almak için dışarı çıktım. Sabah serinliği iyi geldi ama ara ara çalan araba kornalarının sesi beynimin içinde yankılanıyordu. İki simit, poğaça biraz peynir alıp eve döndüm. Çayı koymadan Fikret'e seslendim.<br />
- Şanslı Doktor, hadi uyan bakalım.<br />
Fikret içimizde şanslı olanlardandı. Tokat'ın Zile ilçesini çekmişti. Suyun kaynamasıyla çayı demledim. Çay demini alırken ben de kahvaltı masasını hazırladım. Kahvaltı sonrası İzmir otobüsüne yetişmek için evden çıktık, hiç konuşmadan otogara kadar yürüdük Fikret ne düşünüyordu bilmem ama İzmir'e dönünce yalnızca benim ailem değil nişanlım ve onun ailesi beni<br />
bekliyordu heyecanla. Gerçi kur'a sonrası hemen Telefonla aramış haber vermiştim ama uzun uzun<br />
konuşma şansımız olmamıştı.<br />
<br />
2. Bölüm<br />
<b>BİLİNMEZE YOLCULUK</b><br />
<br />
Gecenin 02' sinde Yozgat Akdağmadeni yakınlarında bir dinlenme tesisinde oturmuş çayımızı bekliyoruz gözlerimiz uykulu bedenimiz yorgun. Dört günlük eşimden, annemden, kardeşlerimden, eşimin yakınlarından gözyaşlarını geride bırakarak ayrılalı 13 saat olmuş. İki valiz bir denkle saat 13.30 da Serhat Kars otobüsüne binmiş, Ankara'ya gelmeden stres ve ayrılık acısı yüzünden rahatsızlanmış, bir elma dışında bir şey yemeden babamla birlikte Kars'a doğru mecburi yolculuğumuza devam ediyoruz. Akdağmadeni batı kültürünün doğu kültürüne geçiş yaptığı nokta. Artık çayın yanında bildiğimiz kesme şekeri değil tebeşir boyutunda, kendine özgü makasla küçük parçalara ayrılmış kıtlama şekeri getiriliyor tas içinde. Çay ve ihtiyaç molasından sonra yola devam. Eski model, inleyerek giden otobüsümüzde yoğun bir sigara dumanı yanında her türlü koku mevcut. Şoförümüzün teybinde<br />
kısık sesle Murat ÇOBANOĞLU kaseti çalıyor. Artık müzik te değişti, Kars bölgesine ait aşık kasetlerini dinliyoruz. Uyuya uyana Sivas Kızıldağ geçidini ve Sakaltutan<br />
geçidini geçiyoruz. Sabahın erken saatlerinde Erzurum'dayız. Henüz Eylül ayının sonları olmasına<br />
rağmen Erzurum'da kar ve buz var.<br />
Babam;<br />
- Hadi inelim, elimizi yüzümüzü yıkayıp kendimize gelelim. Sonra da güzel bir kahvaltı yapalım.<br />
Dün gün boyunca bir adet elmadan başka bir şey yemediğim için midem kazınıyordu. Karın ağrısı düne<br />
göre iyice hafiflemişti, bulantım da geçmişti Garajın kafeteryasında sabah kahvaltımızı yapıyoruz, bir Gün öncesine göre biraz daha iyiyim. Yeni yolcularımızı da alıp yola devam ediyoruz, Horasan, Pasinler, Çobandede Köprüsü, Karakurt ( Iğdır yol ayrımı ), Sarıkamış, Selim derken akşamüzeri saatlerinde Kars'avarıyoruz.<br />
Kalenin eteğinde ufacık bir köy garajı. Valizlerimizi ve dengimizi alıp garajın hemen çıkışındaki Yılmaz Otele yerleşiyoruz. Bugün artık mesai bitiyor, Sağlık Müdürlüğündeki işlemleri yarına bırakıyoruz.. Garajın çevresini şöyle bir dolaşıp akşam yemeği için bir yer arıyoruz. Akşam yemeğini yiyip, hava kararınca doğru otele. 36 saat süren yol yorgunluğu ağır basıyor. Sabah Sağlık Müdürlüğüne gittiğimizde bizim gibi son kura çekiminde Kars'ı çeken arkadaşlarımızla karşılaşıyoruz. Sağlık Müdürlüğü yeni atamalar nedeniyle oldukça kalabalık. Göksel Pala ile karşılaşıyorum. O da benim gibi Susuz'a bağlı bir köy Ortalar sağlık ocağını çekmiş, Aykan ÇELİKEL de burada, O da Göle'nin bir köy<br />
sağlık ocağı. Orhan'la ( Galiba Orhan CAN'dı) karşılaşıyoruz; alı al moru mor bir şekilde. O bizden<br />
birkaç gün önce gelmiş işlemlerini yaptırmış Iğdır'ın Sıçanlı Köyü Sağlık Ocağına gitmiş. Köyde su yok, elektrik yok, sağlık ocağının lojmanı virane, köye ulaşım sadece bir traktörle sağlanıyormuş. Gittiğini ertesi günü traktörle anayola inip istifa etmek için Kars'a gelmiş. Güç<br />
bela bir çözüm bulunabileceğine ikna edip istifadan<br />
vazgeçiriyoruz. Kalabalık nedeniyle bizim de işlemlerimiz<br />
akşamüzerine sarkıyor, saat üç gibi Susuz<br />
Kaymakamlığına yazılmış içinde işe başlama yazım olan<br />
sarı zarfı alıp Sağlık müdürlüğünden ayrılıyoruz.<br />
Eşyalarımızı otelde bırakıp otelin yakınlarında bir yerden<br />
kalkan Susuz minibüsünü buluyoruz.Ford minibüsün<br />
şoför mahalline üç kişi sığışıyoruz, vites kolu benim iki<br />
bacağımın arasında. Düz bir ova yolunda ( daha doğrusu<br />
yayla ) 28 km yolumuz var. Kars çayı üzerinde bir<br />
köprüyü geçip dik bir rampadan aşağı sallanıyoruz.<br />
Burası Mezra köyünün yakınında Arpaçay / Susuz / Göle<br />
/ Kars ayrımının olduğu dört yol ağzı. Susuz'a doğru<br />
devam ediyoruz. Hafif rampalarla kavak ağaçları ile<br />
yemyeşil olan vadiye iniyoruz. İlçeye girişin sağında<br />
Kazım Karabekir Öğretmen Lisesi ( eski Cılavuz Köy<br />
Enstitüsü ) solda Petrol Ofisi, Liseyi geçince Kaymakamlık<br />
binası.<br />
Doğru Kaymakam Beyin makamına çıkıyoruz. Kaymakam<br />
Mehmet Ali Bey bizi sıcak bir şekilde karşılıyor.<br />
Zile basıp özel kalem müdürünü çağırıyor. Kapıyı tıklatıp<br />
içeri giren Özel Kalemine beni tanıştırıyor ve getirdiğim<br />
sarı zarfı verip işlemleri başlatıyor. Çayımızı içerken<br />
Kaymakam Bey benimle ilgili düşüncesini söylüyor. Susuz<br />
merkez sağlık ocağında doktor olmadığı ve benim<br />
Yolboyu köyü sağlık ocağı ve lojmanları da tadilatta<br />
olduğu için merkeze doktor gelene ve benim sağlık<br />
ocağımın onarımı bitene kadar Susuz merkezde<br />
çalışacağım. Kaymakam Bey bu saatten sonra Kars'a<br />
araba bulamayacağımızı söyleyip Yatılı Öğretmen<br />
Lisesinin müdürünü arıyor ve bizim için misafirhaneyi<br />
ayarlıyor, daha sonra da sağlık ocağını arayıp sağlık<br />
ocağının cipini çağırıyor.<br />
Telefonlar manyetolu, ahizeyi kaldırıyorsunuz kolu<br />
çeviriyorsunuz önce postanenin santrali bağlanıyor,<br />
santral memuruna konuşmak istediğiniz yeri<br />
söylüyorsunuz o da sizi ilgili kişiye bağlıyor. Bu arada<br />
saçaklı çayımızı da içmiş bulunuyoruz. ( süzgeç<br />
kullanmadıkları için çay saçaklı oluyor ) Sağlık ocağının<br />
şoförü ve cipi gelmiş. Şoför Müvdet'le tanışıyoruz.<br />
Sonrasında iyi dost olacağımız, ufak tefek efendi birisi.<br />
Jipe binip 2,5 km aşağıda, dere kenarında, kavak ve<br />
söğüt ağaçları altındaki sağlık ocağına varıyoruz. Şoför<br />
Müvdet'in anlattığına göre çok sert kış olan yıllarda bu<br />
yol kapanır ve tünel kazarak giderlermiş. Her taraf sakin,<br />
sessiz havada sadece karga sesleri var. Sağlık memuru<br />
Mevlüt Bey, müstahdem Ekrem, Hatice Hemşire, ismini<br />
şu an hatırlayamadığım Çanakkaleli bir hemşire hanım,<br />
tanışıp hemen bir hatıra fotoğrafı çektiriyoruz. Meslekte<br />
ilk görev yerim, ilk çalışma arkadaşlarım.<br />
Bir çay içimi sohbet edip Müvdet'in cipiyle Öğretmen<br />
Lisesine, Müdür Hamit Beyle tanışmaya ve kalacağımız<br />
yeri görmeye gidiyoruz. Müvdet bizi müdür beyle<br />
tanıştırıp, yarın sabah eşyalarımızı otelden almak için<br />
Kars'a gitmek üzere randevulaşıp ayrılıyor. Hamit Bey,<br />
benim kişisel gelişimimi ileriki yıllarda da etkileyecek, bu<br />
okuldan ( Cılavuz Köy Enstitüsü iken ) mezun olmuş,<br />
ilerleyen yıllar içinde dönüp dolaşıp mezun olduğu okula<br />
yönetici olmuş babacan birisi. Belletmen öğretmenlerden<br />
birini çağırıyor ve bize kalacağımız yeri göstermesini rica<br />
ediyor. Akşam yemeğini de Hamit Bey'le beraber<br />
öğrencilerle birlikte okulun yemekhanesinde yiyeceğiz.<br />
Köy Enstitüsü iken atların bağlandığı bir tavla olan büyük<br />
salon daha sonra yemekhaneye çevrilmiş. Ruslardan<br />
kalma uzun ve geniş taş binada, uzun tahta masalarda<br />
yemek duasının ardından hep birlikte kapuskaya kaşık<br />
sallıyoruz. Yemek sonrası Yemekhanenin hemen<br />
yanındaki taş ve ahşaptan oluşan iki katlı binaya<br />
geçiyoruz. Alt kat okulun çamaşırhanesi. ( daha<br />
sonraki günlerde misafirhanede banyo ve tuvalet<br />
olmadığı için öğretmen arkadaşlarımızın lojmanlarındaki<br />
tuvalet banyolarda yıkanmak için buradan kazanla sıcak<br />
su alacağız. ) Gıcırdayan ahşap merdivenlerde üst kata<br />
çıkıyoruz, gıcırdayan, mazotla silinmiş ahşap zemine<br />
yerleştirilmiş 5 - 6 adet okey ya da kağıt oynamak için<br />
yeşil çuhalı tahta masa ve sandalyeler, duvar kenarına<br />
dizilmiş tahta sandalyeler, yüksek ve derin pencerelerde<br />
rengi kaçmış, soğuk flüoresan ışığı ile de daha da soluk<br />
gözüken şal desenli perdeler, bir köşede küçük bir çay<br />
ocağı. Gerçeküstü, eski Türk filmlerinden fırlamış bir<br />
setteyim sanki. Kelimelerle anlatamayacağım duyguları<br />
yaşıyorum. Biz çayımızı yudumlarken şehir kulübü<br />
diyebileceğiz mekanın müdavimleri gelmeye başlıyor.<br />
Önce öğretmenler, sonra mal müdürü, Tonyalı bir savcı,<br />
hakim beyler, Eşraftan Petrol Ofisini işleten Resa Bey (<br />
Susuz halkından sadece Resa Bey girebiliyor ), Veteriner<br />
Necdet Bey ve Kaymakam Bey. Masalar kuruluyor, taşlar<br />
dağıtılıyor, ve Susuz gecelerinin tek eğlence mekanı taş<br />
sesleri ile çınlıyor.<br />
Saat onbire doğru herkes dağılırken biz de, bize tahsis<br />
edilen misafirhanemize gidiyoruz. Yüksek tavanlı, dar<br />
uzun , içinde iki tane tek kişilik karyola, bir masa,<br />
masanın üzerinde içinde su olan çeşmeli plastik bidon ve<br />
çeşmenin altında kirli suyu toplamaya yarayan mavi bir<br />
leğen. Günün yorgunluğu ve yaşadıklarımızın<br />
inanılmazlığı ile derin bir uykuya dalıyoruz. Öyle ki daha<br />
sonra dost olacağımız ama elim bir kaza sonucu leğende<br />
boğularak ölen fındık faresinin tıkırtılarını bile<br />
duymuyoruz.<br />
3. Bölüm<br />
KARS - ERZURUM DEPREMİ<br />
Susuz'da göreve başlayalı neredeyse bir ay oldu. Yavaş<br />
yavaş alışıyorum. Personelimle ve mülki erkanla<br />
ilişkilerim iyi gidiyor. Erzurum Tıp fakültesinden mezun<br />
Konya'lı bir meslektaşım da yaklaşık bir hafta önce<br />
göreve başladı. Dr. Hasan ÇALIŞ O da Susuz Kırkpınar<br />
Köyü Sağlık Ocağına atanmış ama Sağlık Ocağının<br />
şartlarının kötü olması nedeniyle Kaymakam Bey<br />
tarafından Susuz Merkeze çekilmiş. İyi, uyumlu bir<br />
arkadaş.<br />
Bugün misafirhanemdeki yatağımda uzanırken geçmiş bir<br />
ayında muhasebesini yapıyorum. Dün bazı işlemler ve<br />
malzeme almak için Kars'a Sağlık Müdürlüğüne<br />
gitmiştim. Öğle yemeğini de Kars'taki lokantaların birinde<br />
Gulaşa benzer bir et yemeği, piti yemiştim, sanırım keçi<br />
etiydi ve beni bozdu. Dün akşamdan bu yana karın ağrısı<br />
ve ishalim devam ediyor. Öğle tatilinde misafirhaneye<br />
geldim, uzanıyorum.<br />
Saat üç gibi kapım çalındı, okulun bekçisi karşımda<br />
duruyordu. Kaymakam Beyin beni beklediğini söyledi.<br />
Üzerimi değişip Kaymakamlık binasına yürüyorum, biraz<br />
dinlenmek iyi gelmiş, kendimi daha iyi hissediyordum.<br />
Kaymakam Bey önce geçmiş olsun dileğinde bulundu<br />
ardından da Valilikten Deprem bölgesinde ikinci ekip<br />
olarak görevlendirdiğime dair yazı geldiğini söyledi.<br />
Rahatsız olduğumu bildiği için istersem<br />
gitmeyebileceğimi, kendisinin bir yazıyla ya da telefonla<br />
durumu Sağlık Müdürlüğüne bildirebileceğini ifade etti.<br />
Serde idealistlik var ya, giderim Kaymakam Bey dedim.<br />
Kaymakam Bey daha önceki deneyimlerine dayanarak<br />
yanıma öğretmen okulundan altı battaniye almamı,<br />
birkaç paket Etimek türü kuru gıda almamı öğütledi.<br />
Kaymakamlıktan ayrılıp, şoförüm Müvdeti çağırdım, bir<br />
yandan da hazırlıklara başladım.<br />
30 Ekim ,Pazar günü deprem olmuştu. Ben<br />
hissetmediğim için önemsememiştim. Salı günü de<br />
müdürlükte kimse bir şey söylememişti. Oysa 7.1<br />
büyüklüğünde Erzurum ve çevresinde özellikle Narman<br />
ilçesinde büyük hasar oluşmuş, 1400 kişi ölmüş, 600 e<br />
yakın yaralı 30 bini aşkın hayvan telef olmuş. Tabii ki ben<br />
bunları sonradan öğreniyorum. Haberleşme imkanı da<br />
olmadığı için İzmir'deki yakınlarım meraktan ölmüşler.<br />
Kars Valiliği de Sarıkamış'ın nahiyesi olan ve depremden<br />
etkilenen Karaurgan'a sağlık ekibi göndermiş, ikinci<br />
ekipte bana da görev düşmüştü.<br />
Müvdetle hazırlıklarımızı tamamladık saat dört gibi yola<br />
çıktık. Hava kararmak üzereydi artık. Önce Valiliğe kriz<br />
merkezine uğradık sonra Sarıkamış'a doğru yola çıktık.<br />
Sarıkamış'tan sonra orman içi yola girdik. Hava iyice<br />
kararmıştı. Ormanın karanlığında bozuk şose yolda<br />
sarsıla sarsıla yol alıyorduk. Müvdet te bir yandan bu<br />
ormanlarda ayıların yaşadığını, zaman zaman yola<br />
indiklerini anlatıyor. Yolun ne kadar sürdüğünü<br />
hatırlamıyorum, geç bir vakitte Karaurgana vardık. Sağlık<br />
merkezini kriz masası yapmışlar, ilaçlar, aşılar, serumlar<br />
bir yana istiflenmiş, bir yanda da peynir tenekeleri ve<br />
erzaklar var. Geç olduğu için yatmaya karar verdik, görev<br />
dağılımını sabah yapacağız. Sağlık Merkezinin binasında<br />
ebeler ve hemşireler kalıyor, biz Müvdetle cipimize<br />
yöneldik, birkaç dilim etimek yiyip, üç battaniyeyi<br />
altımıza üç battaniyeyi üstümüze serip uykuya geçtik.<br />
Gece birkaç kez artçı sarsıntılarla, daha doğrusu artçı<br />
sallantılardan dolayı bağrış çığrış bina dışına kaçan<br />
hemşire ve ebelerin sesine uyandık.<br />
Sabah kalktığımız da cipin tentesi üzerinde üç parmak<br />
buz vardı. Bir bardak çay birkaç dilim etimekle kahvaltı<br />
yaptık. Peynir yoktu, çünkü sağlık müdürlüğünün<br />
gönderdiği peynirler bozuk çıkmış ve dereye dökülmüştü.<br />
Kahvaltı sonrası başta Altunbulak köyü olmak üzere<br />
toplam beş köyü bana verdiler. İki ebe alıp Müvdetle<br />
birlikte yola düştük. Aşılama ve hasta olanlara depo<br />
penisilin yapacağız.<br />
Gittiğimiz köylerde can kaybı yok. Sadece taş ve<br />
çamurdan yığma evler yıkılmış, hayvanlar altında kalıp<br />
telef olmuş, köylünün kışlık un bulgur gibi erzakı göçük<br />
altında kalmış. Köylüye bakın kar kış geliyor hiç olmazsa<br />
şu kışlık erzakınızı güvenli bir yere alın ıslanıp heder<br />
olmasın diyoruz ama köylü askerin gelip kaldırmasını,<br />
memurların da tutanak tutmasını bekliyorlar.<br />
Altunbulakta anlatılan bir olaya güleyim mi, ağlayayım mı<br />
bilemedim. Depremden bir gün önce köye yeni bir<br />
öğretmen geliyor, arkasından deprem oluyor ve korkan<br />
öğretmen valizini dengini bırakıp geri Narman'a kaçıyor.<br />
Narman ve benim görevlendirildiğim coğrafya ilgimi<br />
çekiyor. Kızıl kayalardan oluşan, Kapadokya örneği peri<br />
bacalarının olduğu Amerika'daki Grand Kanyon gibi bir<br />
vadi. Buraya daha sonra da gelmeli diye düşünüyorum<br />
Üç gün süreyle deprem bölgesinde çalıştık. Cuma günü<br />
akşam üzerine doğru Kars'tan yeni ekip geldi, biz geri<br />
döneceğiz. Yeni ekibin içinde Hacettepe Tıp Fakültesinin<br />
1983 dönem birincisi Nurol ARIK ta var.<br />
Yine gecenin ve ormanın karanlığında Karaurgan<br />
Sarıkamış yolunu aşıp gecenin çok ilerleyen saatlerinde<br />
Susuz'a vardık. Eşimle yaptığım olağan telefon<br />
görüşmesinde onlara sağlığımla ilgi bilgi vermediğim için<br />
epey bir fırça yedim. Ama ne yapabilirdim ki şimdiki gibi<br />
cep telefonu ve interneti bırak normal telefon bile yoktu<br />
ve üstelik ayıların bile yola ve köylere indiği bir bölgede<br />
aç susuz çalışıyordum.<br />
4. Bölüm<br />
SÜT KOKULU KAYIP BİR TOPLUM:<br />
MALAGANLAR<br />
Karaurgan deprem bölgesinden döneli bir hafta oldu.<br />
Benim ve Müvdet'in yokluğunda Sağlık Ocağında ve<br />
ilçede tek başına kalan Hasan Susuz'dan ayrılamamış,<br />
sorumlu olduğu ve esas atamasının yapıldığı Kırkpınar<br />
köyüne gidememişti. Geçen hafta içinde ben Susuz<br />
Merkezde çalışmış Hasan da Kırkpınar ve diğer bağlı<br />
köylerden bir kaçını ziyaret etmişti. Deprem bölgesindeki<br />
çalışmam ve dönüşte de merkezde çalışmam nedeniyle<br />
ben de Yolboyu'na ve diğer köylere gidememiştim.<br />
Sabah sağlık ocağına gelince Hasan'la birlikte bir durum<br />
değerlendirmesi yaptık. Kars'a Sağlık Müdürlüğüne<br />
gitmemizi gerektiren bir durum yoktu. Hasan 'a;<br />
- Senin başka bir programın yoksa ben Müvdet'le birlikte<br />
Yolboyu'na ve PorsukluYa gideyim, dedim.<br />
Hasan da onaylayınca zile bastım Ekrem'i çağırdım.<br />
Dakikasında Ekrem kapıda bitti. İki elini önünde<br />
kavuşturmuş kapıda bekliyordu.<br />
- Ekrem Efendi, Müvdet burada mı ?<br />
- Burada Tohtor Bey,<br />
- Bir seslen hele<br />
-Başüstüne Tohtor Bey<br />
Müvdet geldi.<br />
-Müvdet Efendi Hasan Bey burada kalacak. Eğer benzin<br />
varsa seninle Yolboyu'na ve Porsuklu'ya gidelim.<br />
- Olur Tohtor Bey, Ben ilçeden benzin alıp geleyim, köy<br />
yolundan kestirmeden gideriz.<br />
- Tamam Müvdet efendi, sen benzini al gel yola çıkalım.<br />
Ben de hazırlandım. Beş dakika sonra Müvdet gelip hazır<br />
olduğunu söyledi. Emektar Land Rover'a yerleştik. Sağlık<br />
Ocağının biraz ötesinden derenin içinden karşı kıyıya<br />
geçip toprak yola vurduk. Köyden uzaklaştıkça ufka<br />
kadar uzanan geniş bir coğrafyada patika yolda<br />
ilerlemeye başladık. Bir tek ağacın bile olmadığı geniş<br />
düzlük insana inanılmaz bir sonsuzluk hissi veriyordu.<br />
Ben bu sonsuzluk duygusu ile sessizce çevreyi izlerken<br />
Müvdet sessizliği bozdu.<br />
- Bu yol kesedir Tohtor Bey. Kış gelinceye kadar bu yolu<br />
kullanırız. Kış gelince yol, iz kaybolur. Aha şu<br />
önümüzdeki bayırda buz yapar, o zaman bu yolu<br />
kullanamayız.<br />
Müvdet'in gösterdiği bayırı tırmanırken bu yolculuğu bir<br />
de kışın yapmanın güzel olacağını düşünüp etrafı<br />
bembeyaz karlarla örtülü hayal ettim.<br />
- Tohtor Bey önümüzde yol ikiye ayrılıyor, önce nereye<br />
gidelim.<br />
- Yolboyuna gidelim. Miraç Beyle Yılmaz'ı bir görelim.<br />
Bakalım Kibar Ebe gidip geliyor mu?<br />
- Olur Tohtor Bey<br />
Yolboyu köyü benim esas atamamın yapıldığı köydü.<br />
Sağlık memuru Yılmaz, Tıbbi sekreter Miraç, Fatma<br />
Hemşire Hanım ve müstahdem Musa çalışıyordu. Ebemiz<br />
yoktu. Bana bağlı köylerden en yakını olan Ağcakale<br />
köyünün ebesi Kibar Ebeyi haftada iki gün Yolboyu'na da<br />
uğraması için görevlendirmiştim. Bana bağlı üç köy vardı.<br />
Porsuklu, Akçalar ve Ağcakale. Akçalar ve Ağcakale<br />
Arpaçay İlçesine bağlı iki küçük köydü ama benim sağlık<br />
ocağımın sorumluluk alanındaydı.<br />
Bayırı aştığımızda römorkunda devasa bir boğanın<br />
olduğu traktör karşımıza çıktı. Boğa bütün haşmetiyle<br />
yanındaki iki köylüyle birlikte yolculuk ediyordu.<br />
Selamlaştık.<br />
- Necdet Bey'e gidiyorlar galiba dedim.<br />
Necdet, Susuz'daki İlçe Tarım Müdürü, veteriner<br />
arkadaşımızdı.<br />
- Olabilir dedi Müvdet. Belki de aşılamaya<br />
götürüyorlardır.<br />
- Ya bir aşı için koca hayvanı ilçeye götürmeye ne gerek<br />
var. Necdet buraya uğradığında yapardı.<br />
- Yok öyle değil Tohtor Bey. Bu damızlık bir boğa. Şimdi<br />
bunların kızışma vakti. Böyle damızlık boğası olanlar ya<br />
belli bir para karşılığı ya da doğacak buzağılardan bir<br />
veya bir kaç tanesi karşılığında ineklerle çiftleştirirler.<br />
Burada buna aşılama deriz.<br />
Bilgisizliğimden utandım mı ? Yooo yeni bir şey daha<br />
öğrenmiştim. Bilgi dağarcığıma bir şey daha katmıştım.<br />
-Sağol Müvdet Efendi, sayende bir şey daha öğrendim.<br />
- Burada daha çok şey öğreneceksin Tohtor Bey. Aha<br />
Uzun Zaim de göründü.<br />
Cipimizi Sağlık Ocağının önüne park ettiğimizde Yılmaz ile<br />
Miraç Bey Sağlık Ocağının güneye bakan cephesinde,<br />
banka oturmuşlar, sonbahar güneşinin son sıcaklığında<br />
sohbet ediyorlardı. Bizi görünce ayağa kalkıp yanımıza<br />
geldiler.<br />
İki birden;<br />
- Hoş geldiniz Doktor Bey, nasılsınız? Hoşgeldin Müvdet.<br />
-Teşekkür ederim arkadaşlar siz nasılsınız, tadilat nasıl<br />
gidiyor ?<br />
- Biz iyiyiz Doktor Bey, sağlık ocağında da bir yaramazlık<br />
yok. Tadilata gelince bitirdiklerini söylüyorlar,<br />
önümüzdeki hafta Bayındırlık Müdürlüğünden<br />
mühendisler gelip, kabul için kontrollerini yapacaklarmış<br />
ama bize sorarsan eksikler var. İsterseniz birlikte<br />
bakalım.<br />
Hep birlikte lojman binasına yöneliyoruz. Lojman binası<br />
tren gibi birbirine yan yana eklenmiş dört binadan<br />
oluşuyordu. En baştaki kapısının önünde kayın ağacı olan<br />
lojman benimkiydi, benim yanımda Fatme Hemşire<br />
Hanımın kaldığı Hemşire Lojmanı onun yanında Tıbbi<br />
Sekreter Miraç ve ailesinin kaldığı lojman diğer başta da<br />
Yılmaz'ın kaldığı lojman vardı. Benim lojman 1965 te<br />
Sosyalizasyon yasası ile gelen ilk hekim olan Aydın'lı Ali<br />
Beyden sonra atıl kalmıştı. Bir ara Halk Eğitim Müdürlüğü<br />
burada kurs düzenlemiş, bir ara gübre deposu olarak<br />
kullanılmış. Yeni Zorunlu Hizmet Yasası ile doktor<br />
atanınca acilen bakıma alınmıştı. Elektrik donanımı<br />
yenilenmiş, kırık camlar çerçeveler onarılmış, tuvaleti<br />
yeniden yapılmış, boya badanası yapılmıştı. Yılmaz ve<br />
Miraç Beyin yardımı ile hem benim lojmandaki eksikleri<br />
hem de binanın dışındaki eksiklikleri - örneğin binayı<br />
çevreleyen ve temele su gitmesini önleyen beton<br />
yenilenmemişti, foseptik çukurunu örten betonun bir<br />
köşesi tehlikeli şekilde kırık ve açıktı- hem de sağlık<br />
ocağındaki eksiklikleri tespit edip tutanak tuttuk.<br />
Tutanağın bir kopyasını da üst yazıyla kaymakamlık<br />
kanalı ile İl Bayındırlık Müdürlüğüne iletilmek üzere<br />
Kaymakamlığa verecektik. Miraç Bey tutanağı daktilo ile<br />
temize çekti. Kaymakamlık Makamına üst yazıyı yazdı,<br />
giden evrak defterine kaydedip imzalamam için önüme<br />
koydu. Ben tutanağı ve üst yazıyı imzalarken, Miraç Bey<br />
Sağlık Müdürlüğüne gidecek diğer istatistik evraklarını ve<br />
üst yazıları imzalamam için getirdi. Yarın Kars'a sağlık<br />
müdürlüğüne götürecekti.<br />
Yazıları yazmak için Sağlık Ocağındaki doktor odasına<br />
girmiştik. Fatma Hemşire Hanımda içerde sessiz sakin<br />
oturuyordu. Doktor odası dedim ama tek soba olan oda,<br />
bu odaydı ve üç yıl boyunca tüm personel biz aynı odayı<br />
paylaşacaktık.<br />
Sessizliği Yılmaz bozdu.<br />
-Doktor Bey siz Sarıkamış'ta iken Kaymakamlık'tan odun<br />
ve kömürünüz geldi. Garaja indirdik.<br />
- Öyle mi?, Sağ ol Yılmaz Gel bir bakalım.<br />
Ben Sarıkamış'a deprem bölgesine gitmeden<br />
Kaymakamın öncülüğünde devlet memurları için toplu<br />
olarak odun ve kömür getirtilecekti, ben de bir ton meşe<br />
odunuyla bir ton Cizre kömürü yazdırmıştım. Müvdet, ve<br />
Yılmaz ile birlikte sağlık ocağının arka cephesindeki<br />
garaja gittik. Kömür güzeldi, parça parça ve parlaktı.<br />
Ama odunlar benim için hayal kırıklığı oldu. Her biri<br />
yaklaşık 75 - 80 santim çapında 50 - 60 santim<br />
yüksekliğinde tomruklardan oluşuyordu.<br />
-Ben nasıl kırıp yakacağım bunları, dedim hayal kırıklığı<br />
ile.<br />
Müvdet;<br />
- Dert etme Tohtor Bey, Susuz'da Ayıboğan diye birisi<br />
var. Ben onu ayarlarım, bir yevmiye veririz, hepsini el<br />
kadar parçalar.<br />
- Tamam Müvdet Efendi, unutturma Susuz'a dönünce<br />
hemen arayalım, kış gelmeden parçalatalım odunları.<br />
- Kömür içinde uzun bir demir çubuk yaptırın Doktor Bey<br />
diye söze karıştı Yılmaz, Bu Cizre kömürü yandığı zaman<br />
erir birbirine yapışır, ara sıra demir çubukla dürtüp<br />
parçalamak lazım, yoksa söner.<br />
- Tamam Miraç Bey'e söyleyeyim de yarın Kars'a inince<br />
bir tane alsın benim için.<br />
- Sahi Miraç Bey nereye kayboldu.<br />
Garajın kapısından içeri girmekte olan Miraç Bey,<br />
- Buradayım Doktor Bey, Vakit öğle oldu. Bizim Hanım bir<br />
şeyler hazırladı, hep beraber yiyelim.<br />
- Miraç Bey niye zahmet ettin.<br />
- Zahmet mi olur Doktor bey, buyrun.<br />
Biraz önce Yılmaz ile Miraç Bey'in oturduğu bankın önüne<br />
bir masa çekmişler iki sandalye daha koymuşlar. Masanın<br />
üzerinde sarı yağ, çeçil peynir, kelle peyniri, altın sarısı<br />
renginde petekli bal, sıcacık tandır ekmeği ve lavaş<br />
ekmek bizi bekliyordu. Miraç Bey bardaklara çaylarımızı<br />
doldurdu.Sonbahar güneşinin son ışıkları altında<br />
kahvaltıdan oluşan öğle yemeğimizi hep birlikte keyifle<br />
yedik. Keyif çaylarımızı da yudumladıktan sonra.<br />
Müvdet'e döndüm<br />
- Hadi bakalım Müvdet efendi, yolcu yolunda gerek.<br />
- Kalkalım Tohtor Bey.<br />
- Haydi hoşça kalın arkadaşlar.<br />
Yılmaz ve Miraç Bey aynı anda<br />
- Selametle Doktor Bey,<br />
Fatma Hemşire Hanım da koştu geldi,<br />
- Güle güle Doktor Bey.<br />
Müvdetle birlikte geldiğimiz yolda geri döndük, çataldan<br />
sağa dönüp Porsuklu köyüne vurduk cipimizi.<br />
Doğrudan sağlık evine gittik. Ebe Hanım kapıda karşıladı.<br />
İlk kez tanışıyorduk. Bahçedeki tahta masaya oturduk.<br />
Ebe Hanım köy hakında bilgi verdi. Porsuklu da Yolboyu<br />
köyü gibi karma bir nüfus yapısına sahipti. Yolboyu'ndan<br />
farklı olarak burada bir kaç Malakan aile vardı.<br />
- Onlarda kim oluyor? dedim. Yerliyi, Kürt'ü Azeriyi<br />
biliyordum ama Malakanları ilk kez duyuyordum.<br />
- Ebe Hanımla işimizi bitirince köyün çıkışındaki<br />
değirmene uğrayalım Tohtor Bey. Değirmeni işleten Vaso<br />
Dayı Malakan. Çok babacan bir adamdır onunla<br />
tanıştırayım sizi.<br />
- İyi olur Müvdet,yeni bir şey daha öğreneceğim sanırım.<br />
Ebe Hanımın getirdiği gebe ve bebek izleme kartlarına<br />
bakıyorum. Soyadları dikkatimi çekiyor. Hepsi "şu " ile<br />
başlıyor. Ebe Hanımın soyadı Şugüneş, diğerleri Şudeniz,<br />
Şuduvar, Şuyiğit böyle uzayıp gidiyor.<br />
- Bu nedir böyle Ebe Hanım ? Herkesin soyadı Şu ile<br />
başlıyor.<br />
- Valla Doktor Bey, zamanın birinde nüfus kayıtları için<br />
gelen nüfus memurunun işi. Kaydederken herkesin<br />
soyadının önüne Şu eklemiş. O gün bugündür böyle<br />
gidiyor.<br />
İlginç bir şeye daha tanık oluyorum, nedenini<br />
bilemediğim bir şekilde bir memur bir köyün soyadlarında<br />
belirleyici olmuş, imzasını atmış. İlginç...<br />
Ebe Hanım çay teklif ediyor. Biz izin isteyip çayı Vaso<br />
Dayı da içmek için kalkıyoruz.<br />
Değirmen köyün hemen çıkışında. Belli ki eski bir yapı.<br />
Taş ve ahşaptan oluşan ana binanın yanında arktan<br />
gelen suyun boşaldığı büyük ahşap bir çark var. Küçük<br />
kovalara benzeyen çarka dökülen su, çarkı döndürüyor,<br />
çarkta millerle hareketi içeri taşıyıp binanın içindeki<br />
değirmen taşlarını döndürüyor.<br />
Ark boyunca iki sıra kayın ve kavak ağaçları uzanıyor.<br />
Değirmenin girişindeki büyük kayın ağacının gölgesinde<br />
otururken bulduk Vaso dayıyı. İri yapılı, yaşına rağmen<br />
dinç ve iri gövdesi ile bizi karşıladı. Yaşlılık ve un<br />
nedeniyle ağarmış uzun saçı ve sakalının çevrelediği<br />
kocaman bir gülümsemenin oturduğu yüzünde yanakları<br />
al al yanarken gözleri mavi birer çakmaktaşı gibi<br />
parlıyordu.<br />
- Hoş gelmişsiniz, dedi. Yanındaki iki tabureye buyur etti.<br />
Müvdet beni tanıştırdı.<br />
-Vaso Dayı, bu bizim yeni Tohtorumuz. Sizin köye de o<br />
bakacak.<br />
- Hoş geldin oğul, hayırlı olsun, neredensin?<br />
-İzmir'den geliyorum Vaso Dayı, Nasılsın ?<br />
- İyiyiz be Tohtor Bey. Hanımla birlikte yaşayıp gidiyoruz.<br />
- İşler nasıl Vaso Dayı? diye söze giriyor Müvdet.<br />
- İdare ediyoruz Müvdet. Kış gelmeden herkes buğdayı<br />
öğütüp deposuna koymak istiyor.<br />
- Vaso Dayı vaktini almazsak sana bir şey soracağım.<br />
Sizin için ebe hanım bir kaç Malakan aile var dedi köyü<br />
anlatırken. Ben de Müvdet'e sordum, Azeriyi, Kürdü<br />
biliyorum da bu Malakan neyin nesi? diye O da ,<br />
"- Gel doktor bey seni Vaso Dayı ile tanıştırayım." dedi.<br />
Nedir sizin hikayeniz ?<br />
- Vakit çok Oğul, burada vakitten bol bir şey yok. Ama<br />
soluklan hele bir çayımızı iç, dedi ve içeriye seslendi.<br />
- Lena...Lena misafirimiz var bir çay koy hele...<br />
Sonra bana döndü.<br />
- Bak Oğul dedi, Biz beyaz Rus'uz aslında. Ama onlar da<br />
kendinden kabul etmez bizi. Dışlanmış bir toplumuz<br />
anlayacağın. Bizlerin ataları dini ibadet ve inançları<br />
nedeniyle Rus Ortodoks kilisesinden kopmuş, tarımla ve<br />
hayvancılıkla, süt ve peynir yapmakla uğraşan bir<br />
toplulukmuş. İsmimiz de buradan gelmekte. Rusça'da süt<br />
anlamına gelen Moloka sözcüğünden gelme adımız.<br />
Bizler diğer Ortodokslardan farklı olarak ruhani<br />
Hıristiyan'ız. Yani Tanrıya tahta, taş veya diğer araçlarla<br />
ibadet edilmesine karşı çıkan, ikon ve haç gibi insan<br />
yapımı şeylerin Tanrı olmadığına inanırız. Bu yüzden<br />
atalarımız sürekli baskı altında kalmış ve oradan oraya<br />
sürülmüşler. Bize göre dini bütün olmak kardeşlik ve<br />
yardımseverliğin hakim olduğu ve bu iki davranışın<br />
sağladığı mutlu bir yaşam sürmektir. Diğer insanları<br />
kınamamak, dış görünüşe ve mala mülke tapmamak, her<br />
zaman iyi niyetli ve hoşgörülü olmak, çalmamak ve<br />
yıkmamak... Ha bir de savaşta dahi adam öldürmemek.<br />
O yüzden atalarımız askere gitmeyi de reddediyordu. Ta<br />
ki 1918 lere kadar...<br />
İlk olarak bu inançlarımızdan dolayı bizi tehlike olarak<br />
gören Çar 1. Nikolai 1800 lü yıllarda atalarımızı<br />
Sibirya'ya, Transkafkasya bölgesine sürmüş. 93<br />
Harbinden sonra da Osmanlı Ordusu yenilip Ruslar<br />
Erzurum'a kadar buraları işgal edince bizi getirip buralara<br />
Kars'a, Erzurum'a yerleştirmişler. Atalarımız kırk yıl<br />
boyunca burada kalan Türklerle, Karapapaklarla barış<br />
içinde yaşamışız. Karapapaklarla kız alıp vermişiz.<br />
Onlara çiftçiliği, ekip biçmeyi, peynir yapmayı öğretmişiz.<br />
Hani şu Kars'ın meşhur gravyer peyniri ve kaşar peyniri<br />
var ya, onu yapan ve öğreten benim atalarım.<br />
Vaso Dayı anlattıkça yüzündeki kocaman gülümseme<br />
hüzünleniyor, mavi gözleri gölgeleniyordu.<br />
- Sonra n'oldu Vaso Dayı dedim. Neden bu kadar<br />
azaldınız.<br />
- Anlatayım Oğul, dedi. 1917 de Bolşevik ayaklanması<br />
olunca Ruslar Osmanlıyla anlaşma yaptı ve buralardan<br />
çekildi. Buraları terk edip giden Türkler geri geldi. Bazı<br />
yerlere de Ruslar çekilmeden Ermeni göçmenleri getirip<br />
yerleştirdiler.<br />
Yedi düvelle ve İstanbul'daki Payitahtla savaşan Ankara<br />
yönetimi Ruslar çekilip buralara Ermeniler yerleştirilince<br />
Doğu cephesini güvende hissetmediler. Bunda haklıydılar<br />
aslında. Silahlanan Ermeni'ler çeteler oluşturup Ankara<br />
ordusuna ve Türk köylerine baskınlar yapıp katliamlar<br />
yapıyordu. Bunun üzerine Kazım Karabekir Paşa bizi<br />
askere almak istedi. İnancımız gereği büyüklerimiz buna<br />
karşı çıktı. Bunun üzerine Kazım Karabekir Paşa bir emir<br />
yayınlayıp mecburi askerlik getirdi. Emre uymayanlar<br />
kafileler halinde bir kısmı Rusya'ya bir kısmı Avrupa'nın<br />
çeşitli yerlerine göç etti. Gidemeyenler ve Kazım<br />
Karabekir Paşa'nın emrine uyanlar burada kaldı. Orduya<br />
katılanlar savaşmayı reddedikleri için nakliye işlerinde<br />
çalıştırıldılar. 1962 yılına kadar böyle devam etti. Ama<br />
giderek inançlarımızdan kopuyorduk. Ekonomik olarak<br />
geçimimiz zorlaşıyordu. İnançlarımız gereği dokuz<br />
kuşağa kadar kendi topluluğumuzdan evlenme yasağı<br />
olduğu için kızlarımız Terekemelerle ya da yerli halkla<br />
evlense bile bu halklar oğullarımıza kız vermiyordu.<br />
Oğullarımız da evlenebilmek için uzaklara Kanada'ya,<br />
Avustrulya'ya göç etmeye başladılar.İkinci bir göç dalgası<br />
da o zaman yaşadık. Benim iki oğlumda Avustralya'ya<br />
göç etti. Ama biz gitmedik, bu topraklarda doğduk,<br />
burada büyüdük, kızımız burada evli. İşte böyle Oğul,<br />
dedi.<br />
Soluklandı.<br />
- Lena nerde kaldı çaylar ? diye seslendi.<br />
Elinde tepsi ile Lena göründü. Lena'yı gördüğüm zaman<br />
babamın teyzesi rahmetli Pembe Teyzemi karşımda<br />
görmüş gibi oldum. Onun gibi akça pakça çakır gözleri<br />
ilerlemiş yaşına rağmen çakmak çakmak parlıyor. Yüzü<br />
yılların verdiği acılarla derin çizgilerle dolu.<br />
Çay tepsisini ve şekerliği masaya koyuyor ve sessizce<br />
çekiliyor.<br />
Çayımı yudumlarken hüznün tadını alıyorum. Hikayenin<br />
ağırlığı üzerimde. Sessizlik çöküyor ağır bir şekilde.<br />
Sessizlik ağırlaştıkça hüzünde ağırlaşıyor. Vaso Dayının<br />
da yüzü iyice gölgelendi. Artık konuşmuyor. Hep birlikte<br />
susuyoruz. Sessizliği yine Vaso Dayı bozuyor. Nemlenen<br />
gözlerini elinin tersiyle siliyor.<br />
-Siz bana aldırmayın, kocalık işte. İnsan kocadıkça<br />
çocuklaşıyor. Lena'ya sesleniyor;<br />
- Lena çayları tezele hele...<br />
İkinci çaylarımızı içerken artık değirmencilik üzerine<br />
sohbet ediyoruz. Buğdaylar nasıl öğütülüyor, ark ne<br />
zaman nasıl temizleniyor. Şehirli belleğime yeni ve ilginç<br />
bilgiler doluyor. Gün inmek üzere. İkindinin alacası<br />
çökmeye başladı. Ne de olsa Türkiye'nin en<br />
doğusundayız, akşam erken iniyor.<br />
- Hadi Müvdet diyorum, Hasan Beyi merakta<br />
koymayalım.<br />
- Sağlıcakla kal Vaso Dayı, Çay için, sohbet için sağ ol.<br />
Seni de üzdük hatıralarla.<br />
- Güle güle oğul, sen bana bakma yolun düştüğünde yine<br />
bekleriz.<br />
Uçsuz Kars yaylasında önümüzde uzayıp giden iki teker<br />
izinde sallana sallana ilçemize, evimize doğru yola<br />
çıkıyoruz.<br />
5. Bölüm<br />
DOĞUM GÜNÜN KUTLU OLSUN<br />
Cuma akşamı. Sağlık Ocağında bir haftayı daha bitirdik,<br />
biraz önce de Müvdet Efendi bizi Öğretmen Okuluna<br />
bıraktı. Kaldığım misafirhaneme girecekken Ertuğrul<br />
Hoca'nın seslendiğini duyuyorum. Yanıma yaklaşıyor.<br />
Selamlaşıyoruz. Bir sır verir gibi alçak sesle konuşuyor.<br />
- Cengiz Bey, bugün benim doğum günüm. Meyve suyu,<br />
votka, çerez, biraz da meyve aldım. Akşam Sen, ben bir<br />
de Necdet Bey birlikte kutlayalım.<br />
- Nerede içeceğiz Ertuğrul. Okulda içki içmek yasak değil<br />
mi?<br />
- Lojmanlar dışında yasak tabii.<br />
- Bildiğim kadarıyla senin lojmanın yok, revirde<br />
kalıyorsun.<br />
- Doğru ama ben Cemil Efendiyi ayarladım, yemekten<br />
sonra kalorifer dairesinde çilingir sofrasını kuracağız.<br />
- Olur o zaman. Risk alıyorsun ama umarım bir sorun<br />
çıkmaz.<br />
- Yok, yok, Cemil Efendi sağlam adamdır.<br />
- İyi öyleyse. Yemeği bu akşam Necdet'te yiyeceğiz.<br />
Yemekten sonra görüşürüz.<br />
Ertuğrul, Öğretmen Lisesinin Müzik Öğretmeni. Müzik<br />
Öğretmeni olmasından mıdır bilmiyorum hassas birisi.<br />
Ankaralı. Okulda ki öğretmen arkadaşları ile samimi bir<br />
dostluk kuramamış. Geldiğimden günden bu yana benim<br />
de en iyi anlaştığım insanlardan birisi. Hafta sonları işimiz<br />
olmadığında müzik odasını açarız, sobaya bir iki odun<br />
atarız, sonra Ertuğrul piyanonun başına geçer, bangır<br />
bangır şarkı söyler rahatlarız.<br />
Akşam yemeğinden sonra Ertuğrul, bizi Necdet'in<br />
lojmanından alıyor. Ana binaya geçip Kalorifer dairesine<br />
iniyoruz.<br />
Cemil efendi tahta masayı hazırlamış. Çerezler, meyveler,<br />
meyve suyu, bir şişe Binboğa votka masada. Dört tane<br />
de tahta sandalye var. Sandalyelere yerleşiyoruz, Cemil<br />
Efendi Ertuğrul'un ısrarına rağmen kalmayıp<br />
- Afiyet olsun, diyor ve demir kapıyı çekip çıkıyor.<br />
Çay bardaklarında vişne votkalarımızı hazırlıyoruz.<br />
- Doğum günün kutlu olsun Ertuğrul, Nice yıllara<br />
dileklerimizle çay bardaklarımızı tokuşturuyoruz.<br />
Ortak konumuz hasret. Ben evliyim ama eşim İzmir'de,<br />
Ertuğrul evli eşi İstanbul'da, Necdet evli eşi Ankara'da.<br />
Sohbet sohbeti açıyor. Çay bardakları nda votka -<br />
vişneler boşaldıkça sohbet daha da koyulaşıyor.<br />
Bir an demir kapının kulpunun döndüğünü duyup kapıya<br />
bakıyoruz. Kapı açılıyor. Müdürümüz Hamit Ağabey<br />
kapıda karşımızda duruyor. Hemen saygıyla ayağa<br />
kalkıyoruz. Ertuğrul'un yüzü kireç gibi. Ben şaşkın. En<br />
soğukkanlı Necdet çıkıyor.<br />
- Buyur Hamit Abi, bugün Ertuğrul'un doğum günüymüş.<br />
Onu kutluyoruz.<br />
Biz kızacağını beklerken, Hamit Ağabey boş sandalyeye<br />
hamle yaparken soruyor;<br />
- Eee. fazla bir bardağınız yok mu?<br />
Olmaz mı Hamit Ağabey olmaz mı?<br />
Hemen bir bardak daha votka vişne hazırlayıp Hamit<br />
Ağabeye uzatıyorum.<br />
Bardağını kaldırıyor, biz de kaldırıyoruz.<br />
- Doğum günün kutlu olsun Ertuğrul Hocam diyor.<br />
" gecikmiş Cılavuz baharında,<br />
kara kışın,<br />
tüm kısır muhabbetlerine<br />
ve tüm çıkarcı ilişkilerine rağmen,<br />
yalnızlığı ve hüznü,<br />
seninle,<br />
senin piyanonun tuşlarında paylaşmak,<br />
ne güzeldi. "<br />
<br />
6. Bölüm<br />
VETERİNER NECDET<br />
Babamla Susuz'a ilk geldiğimiz gün tanışmıştık. Çok içten<br />
ve dostça karşılamıştı bizi. Babamla uzun uzun sohbet<br />
etmişlerdi. O günden bu yana Susuz'daki en iyi<br />
dostlarımdan biri.<br />
Babamın İzmir'e döneceği zaman da,<br />
- Gözünüz arkada kalmasın, biz yalnız bırakmayız Doktor<br />
Beyi, diyerek babamı rahatlatmıştı<br />
Ankaralı, veteriner hekim, ilçemizin Tarım İlçe Müdürü.<br />
Çalışkan, alçak gönüllü<br />
Susuz halkı ve köylüleri O'nu seviyor.<br />
Cuma günleri köy ziyaretlerine gidiyor,<br />
Ve bu ziyaretler sonucu her cuma akşamı Necdet'in<br />
lojmanında Hasan ile birlikte tavuklu pilav yiyoruz.<br />
<br />
7. Bölüm<br />
KÖY ÖĞRETMENLERİ<br />
Çevre köyleri tanımaya, köy gezilerine devam.<br />
Kar düşmeden uzak köylere, ulaşımı zor köylere gidelim<br />
diyoruz.<br />
Bugün Müvdetle birlikte Taşlıca ve Keçili köylerine<br />
gideceğiz. Hemşire hanımlardan birini de alıp yola<br />
düşüyoruz.<br />
Kars - Artvin karayolundan ayrılıp önce Taşlıcaya<br />
uğruyoruz. Köydeki ebeye uğruyoruz, biraz sohbet<br />
ediyoruz. Koşa koşa muhtar geliyor.<br />
- Hoş gelmişsiniz, diyor.<br />
- Hoş bulduk Muhtar, çayın var mı?<br />
- Olmaz mı komutan.<br />
Komutan da neyin nesi. Daha sonra yaptığım gezilerde<br />
anlıyorum ki burada köye gelen her yabancı ya Jandarma<br />
komutanıdır, ya kaymakamdır ya da savcı.<br />
Müvdet araya giriyor;<br />
- Tohtor Bey istersen çayı ilkokulda içelim, hocalar<br />
bekler.<br />
- Hadi Muhtar okula gidelim. Hem öğretmen arkadaşlarla<br />
tanışalım hem çayımızı orda içelim. Hemşire hanımı<br />
ebemizle bırakıp ebemize veda ederek, okula<br />
yöneliyoruz.<br />
Benim yaşlarımda iki genç erkek öğretmen tüm<br />
içtenlikleriyle karşılıyor bizi. Üç okul sırasına yerleşiyoruz.<br />
Biraz sohbet edince bu dağ köylerinde çalışan<br />
öğretmenlerimizin özellikle kış bastırınca ne kadar zor<br />
koşullarda yaşadığını öğreniyoruz. Kente inememek,<br />
ekmek ve diğer ihtiyaçlar için köylüye muhtaç olmak,en<br />
ufak rüzgarda kesilen elektrikler, uzun ve yalnız kış<br />
geceleri.<br />
Çayımızı yudumlayıp öğretmen arkadaşlarımıza, muhtara<br />
veda edip Taşlıca'dan ayrılıyoruz.<br />
Yol tırmanmaya devam ediyor. Usumda Cahit Külebi'nin<br />
şiiri, köy öğretmenleri<br />
Yurdumuz uçsuz bucaksız,<br />
Gökte yıldız kadar köylerimiz var.<br />
Ama uzak, ama harap, ama garipsi..<br />
Alın benim gönlümden de o kadar.<br />
Uzak köylerimizde kuşlar gibi<br />
Her sabah çocuklar size uçar.<br />
Ama küçük, ama büyüyen, ama güleç..<br />
Alın benim gönlümden de o kadar.<br />
Siz kara göklerin yıldızları,<br />
Işıtın yurdumuzu sabaha kadar!<br />
Ama düşe kalka, ama yiğit, ama umutlu..<br />
Alın benim gönlümden de o kadar.<br />
Kuş uçmaz kervan geçmez köylerde susuz, elektriksiz ve<br />
ekmeksiz görev yapan, köy ziyaretlerinde ya da aşı<br />
kampanyalarında uğradığımız da bir bardak çayını ve bir<br />
lokma ekmeğini bizimle paylaşan, gece karanlığında<br />
gökyüzünü aydınlatan binlerce yıldız gibi köy çocuklarını<br />
aydınlatan adını bilmediğim köy öğretmenleri hepinize<br />
selam olsun.<br />
8. Bölüm<br />
AYGIR GÖLÜ VE REŞO AĞA<br />
Kars'ın sonsuzluk hissi veren uçsuz bucaksız yaylalarının<br />
yerini engebeli bir coğrafya alıyor.<br />
Yol bir sırta ulaşıyor, yolun sol tarafı dik bir bayırla<br />
aşağılara uzanıyor, yolun sağ tarafı ise bodur bitkilerle<br />
kaplı bir düzlük. Bir kaç yüz metre ilerimizde taştan bir<br />
kulübe. Müvdet cipi taş kulübenin önüne çekiyor. Cipten<br />
inip sesleniyor;<br />
- Reşooooo<br />
Kulübenin arkasından iri yarı bir adam beliriyor. Sırtında<br />
eski bir oduncu gömleği ve keçeden bir yelek, başında<br />
kasket, kollarını iki yana açmış bize doğru geliyor. Önce<br />
Müvdetle kucaklaşıyor. Bizim ufak tefek Müvdet adamın<br />
kucağında kayboluyor adeta. Müvdet'i bırakınca hararetle<br />
bize hoş geldiniz diyor.<br />
Müvdet arkadaşını bize tanıştırıyor.<br />
- Bu Reşo Ağa, benim asker arkadaşım. Kürt'tür.<br />
Aşağıdaki gölün sahibidir.<br />
Aklımda soru işaretleri..Göl nerede? Bir adam nasıl bir<br />
gölün sahibi olur?<br />
- Göl nerde Müvdet Efendi?<br />
Yanıtı Reşo Ağa veriyor.<br />
-Müvdet sen Hoca'ma gölü göster, ben eti kızartayım.<br />
Müvdet, Hemşire hanım ve ben yolun karşısına<br />
geçiyoruz. Bayıra doğru bir kaç adım atınca bütün<br />
ihtişamıyla göl karşımda duruyor. Bizden yüz elli iki yüz<br />
metre aşağıda, çanak şeklinde bir çukurda mavi yeşil<br />
parıldıyor. Aman Tanrım, diyorum. Muhteşem bir göl.<br />
Sanırım volkanik bir çöküntü gölü diye düşünüyorum.<br />
- Adı var mı bu gölün? diye Müvdet'e soruyorum.<br />
- Aygır Gölü, diyor<br />
- Balık var mıdır?<br />
- Olmaz mı, Reşo onları avlar ve Trabzon'a gönderir.<br />
Biz gölü hayranlıkla seyretmeye ve hayaller kurmaya<br />
devam ederken Reşo Ağa'nın sesini duyuyoruz.<br />
- Müvdet yemek hazır. Hocam, hemşire hanım gelin hadi.<br />
Reşo Ağa güzel bir masa hazırlamıştı bize. Pirinç pilavının<br />
üzerinde kızarmış tavuk eti, elma dilimi kızarmış<br />
patatesler, yoğurt, yumrukla kırılmış iki baş soğan, bal,<br />
tandır ekmeği.<br />
- Hadi buyrun , çay da demleniyor.<br />
Bir erkeğin bu kadar lezzetli bir pilav yapacağını, tavuğu<br />
böyle güzel kızartacağını hiç tahmin etmemiştim.<br />
- Eline sağlık Reşo Ağa, bize ziyafet hazırlamışsın.<br />
- Kolay mı Hocam. Müvdet," - Ağır misafirlerim var, ona<br />
göre " dedi. Hiç asker arkadaşımı mahcup eder miyim?<br />
- Reşo Ağa göl çok güzelmiş. Kışın donuyordur değil mi?<br />
- Donar Hocam, baharda karlar eriyip, kar suları göle<br />
ulaşınca erir.<br />
Ne güzel doğal paten pisti olur diye geçiyor içimden.<br />
- Hocam diyor Reşo Ağa. Bu gölün bir de efsanesi var,<br />
adı da oradan gelir.<br />
Merakla,<br />
- Anlat hele Reşo Ağa diyorum.<br />
-İnanışa göre, buzlar çözülüp bahar geldiğinde, ayın<br />
dolunay olduğu gecelerde gölden beyaz bir aygır<br />
çıkarmış. Anlatanların yalancısıyım, şimdiye kadar bu<br />
çevrede böyle göz alıcı, böyle güçlü bir aygır görülmemiş.<br />
Üzerindeki suyu silkeler, gölün etrafında iki uç tur atarak<br />
yelesini kurutur sonra da çevredeki kısrakları döller<br />
tekrar göle dönermiş. Bu yüzden göle Aygır Gölü derler.<br />
9. Bölüm<br />
MÜVDET GELİYOR<br />
Cumartesi. Aydan'la haftalık telefon görüşmemi yapmış,<br />
misafirhanedeki odamı topluyorum. Hasan da bana<br />
arkadaşlık yapıyor, laflıyoruz.<br />
Akşam üzeri kapı çalındı. Gittim açtım, elinde pazar<br />
çantası ile Müvdet duruyor.<br />
- Hayırdır Müvdet, bir terslik mi var?<br />
- Yoh, Tohtor Bey. Biz arkadaşlarla çaya, balığa gitmiştik,<br />
kısmetimiz boldu, size de getirdim. Afiyetle yiyin.<br />
Aman Tanrım, koca bir çanta balık.<br />
- Müvdet biz bunu nasıl yeriz çok bu.<br />
- Yersiniz Tohtor Bey, bu deniz balığına benzemez. Bu<br />
Ardahan'dan kopup gelen çayın balığı. Hem soğuk su<br />
hem de akar su. Balığı lezzetli olur.<br />
Müvdet'in sesini duyup dışarıya gelen Hasan'a<br />
gösteriyorum bir pazar çantası balığı. Hasan da;<br />
- Müvdet biz iki kişi nasıl yeriz bu kadar balığı.<br />
- Yersiniz Tohtor Bey yersiniz, siz gençsiniz, balık da<br />
lezzetli. diyerek, çantayı elime tutuşturuyor.<br />
Necdet'e haber yolluyoruz, akşam birlikte yiyelim diye.<br />
Ertuğrul'a da haber saldık ama nöbetçiymiş, " - gelemem<br />
" dedi.<br />
Akşam Necdet'in lojmanında toplandık. Necdet mutfak<br />
işlerine en yatkın olanımız. O balığı temizliyor. Hasan<br />
sofrayı kuruyor. Ben de Susuz şartlarında bulabildiğim<br />
yeşilliklerden salata yapıyorum.<br />
Necdet güzelim alabalıkları tavada bir güzel kızartıyor.<br />
Hasan içmiyor ama Necdet'le ben rakımızı da açıyoruz.<br />
Balığı ağlatmak olmaz.<br />
Ohhhh, Müvdet sayesinde harika bir hafta sonu akşamı<br />
geçiriyoruz.<br />
10.Bölüm<br />
KÖYÜME GİDİYORUM<br />
Deprem bölgesinden döndükten on beş yirmi gün sonra<br />
sağlık ocağımdaki tadilat bitmişti. Susuz Merkez Sağlık<br />
Ocağının kadrolu hekimi Dr. Kenan BİLEK te gelip göreve<br />
başlayınca bana köy yolu görünmüştü. Taşınmadan son<br />
bir kez kontrole gittim. Lojmandaki tadilat bitmişti. Daha<br />
önce tutanakla Bayındırlık Müdürlüğüne bildirdiğimiz<br />
eksikler için Bayındırlıktan mühendis kontrolörler<br />
gelecekti. O gün Ayıboğanda oradaydı. Biraz onu izledim.<br />
Ayıboğan gerçekten işinin ehliydi. Önce tomruğu gözüyle<br />
süzüyor sonra baltayı tam damarına vuruyordu ve koca<br />
tomruk ikiye ya da üçe ayrılıyordu. Bir günde bir ton<br />
meşe odununu parçaladı ayıboğan . Artık kışa hazırdım.<br />
Kasım ayının sonlarına doğru artık köyümdeydim.<br />
Yolboyundan başka, Porsuklu, Akçakale ve Akçalar köyü<br />
de bana bağlıydı. Şanslıydım, üç köyümde de ebe vardı<br />
ve köyler ulaşımı kolay yerdeydi. Sadece Akçalar'a yazın<br />
gidemiyorduk çünkü Kars çayını geçecek köprü yoktu,<br />
kışın Kars çayı buz tutunca ciple üzerinden<br />
geçebiliyorduk.<br />
Sağlık Ocağımda Çıldırlı bir tıbbi sekreter Miraç Bey, Ordu<br />
Perşembe'den yeni mezun kara kuru sessiz sakin ve her<br />
daim hüzünlü Fatma Hemşire, Burdur Tefenni'den bütün<br />
hayali bir kamyon alıp uzun yol şoförü olmak isteyen<br />
Sağlık Memuru Yılmaz ve yine aynı köyden köylünün<br />
DOKTOR diye çağırdığı müstahdemim Musa Efendi<br />
vardı. Onun da tek hayali İzmit'e ya da Bursa'ya<br />
göçmekti.<br />
Tüm köylerim etnik açıdan karma köylerdi. Kürt, Azeri,<br />
Terekeme, Yerli halktan oluşuyordu. Sadece Porsuklu<br />
köyünde farklı olarak bir kaç Malagan aile vardı. Köyüm<br />
Kars çayının kıyısında yaklaşık iki buçuk kilometre<br />
boyunca çaya paralel uzanan Çıldır karayolunun iki<br />
yanında ismi gibi yol boyunca uzanan bir köydü. Sağlık<br />
Ocağı, İlkokul ve orta okulun olduğu meydan köyü tam<br />
ortadan ikiye bölüyordu.<br />
Köy hayatına beklediğimden hızlı alışmıştım ama zor olan<br />
suyun ve ekmeğin olmamasıydı. Köyde yedi çeşme vardı,<br />
ahali suyunu oradan çıngırlarla ( kovalarla ) taşıyordu.<br />
Ama çeşme başında sırada bekleyenler ve su taşıyanlar<br />
hep kadınlardı. Sağlık ocağımız personeli hemen o<br />
sorunu da çözdü. Ortaokul öğrencilerinden iki kardeşi<br />
ayarladılar, ben de 25 litrelik iki bidon aldım, sabah boş<br />
bidonları kapıya bırakıyordum onlar doldurup<br />
getiriyorlardı tabii cüzi bir ücret karşılığında. Herkes<br />
ekmeğini kendi yaptığı için ( tandır ekmeği, lavaş ya da<br />
yufka ) köydeki tek bakkal Cibo Dayı da ekmekte<br />
satılmıyordu. Mecburen hafta sonu Kars'tan bir haftalık<br />
ekmek ihtiyacımızı alıyorduk. Parasıyla yoğurt yumurta<br />
istiyordum alamıyordum. Gerçi bu durum köylü beni<br />
tanıyınca, bir de Orta okulda Kaymakam Beyin ricası<br />
üzerine İngilizce öğretmenliğine başlayınca değişti. Artık<br />
süt ve yoğurdu koyacak yer bulamıyordum. Hafta sonları<br />
da ya Kars'a iniyordum, ya Susuz'a Öğretmen okuluna<br />
gidiyordum ya da köydeki öğretmen arkadaşlarla Cemil'in<br />
kahvesinde okey oynuyorduk.<br />
11.Bölüm<br />
ARSLAN ŞAYIR<br />
Köye gelişimin ikinci ya da üçüncü günü,<br />
Sağlık Ocağındaki odamda oturmuşum, Olcay Neyzi'nin<br />
Çocuk Hastalıkları kitabını okuyorum. Uzmanlık sınavına<br />
hazırlanıyorum.<br />
Fatma Hemşire odanın bir köşesinde sessiz sakin<br />
örgüsünü örüyor, Yılmaz ve diğerleri bahçede sigara<br />
içiyorlar.<br />
Odanın kapısında uzun upuzun bir adam belirdi,<br />
zayıf,<br />
kara kuru, avurtları çökmüş...<br />
Dizlerinin altına kadar uzanan paltosuyla daha da uzun<br />
gözüküyor.<br />
Saygıyla kasketini çıkarıp koltuğunun altına koyuyor.<br />
Kapıyı tıklatıp;<br />
- Ben Arslan Şayır, diyor. Köyün muhtarıyım.<br />
<br />
12.Bölüm<br />
KRİSTALLER<br />
Pazar sabahı,<br />
gece kor gibi yanan sobanın feri geçmiş. Yorganın<br />
altından çıkmak istemiyorum.<br />
Pencerenin camına vuran sabah güneşiyle yıldız yıldız<br />
buz kristalleri parlıyor. Oysa dün sabah bu kristaller uzun<br />
çiçek yaprakları şeklinde uzanıyordu.<br />
Sanırım soğuğun şiddetine göre buz kristallerinin şekli de<br />
değişiyordu.<br />
Kalkıyorum, çayı demliyorum. Buz kristalleriyle birlikte<br />
kahvaltımı yapıyorum.<br />
Sobayı yakacağım, su ısıtacağım, bir haftadır bekleyen<br />
bulaşıklar yıkanacak.<br />
<br />
13.Bölüm<br />
CEMİL'İN KAHVESİ<br />
Öğleden sonra Yılmaz sesleniyor.<br />
- Doktor Bey, öğretmen arkadaşlarla Cemil'in kahveye<br />
gidiyoruz, gelin isterseniz.<br />
Bulaşık bitmiş, yapacak bir şey de yok.<br />
- Tamam Yılmaz bekleyin geliyorum.<br />
Yılmaz, Tacettin Öğretmen, Özden Öğretmen, Selahattin<br />
Hoca, Cemal Hoca aşağı mahalleye doğru yürüyoruz.<br />
Hava soğuk ama güneşli.<br />
Köylüler ya duvarlara yaslanmışlar ya da duvar dibine<br />
çömelmişler güneşleniyorlar. Selam vere vere ilerliyoruz.<br />
Cemil'in kahvesinin camları buğulanmış, içerisi<br />
gözükmüyor. İçeri giriyoruz.<br />
-Selamün aleyküm ağalar,<br />
Cemal Hoca hepimiz adına selam veriyor.<br />
- Aleyküm selam, hoş gelmişsiniz.<br />
Selamımız alınıyor.<br />
Kahve tıklım tıklım dolu. Köşedeki masadakiler<br />
ayaklanıyor.<br />
- Buyrun hocalar böyle gelin.<br />
Masayı bize terk ediyorlar saygıyla. Yerleşiyoruz.<br />
Taş çekip okey dörtlüsünü belirliyoruz. Özden Hoca;<br />
-Cemil yap hele sekizlik bir demlik.<br />
Taşları dizerken köylüler birer birer gelip elimi sıkıp,<br />
- Hoş geldiniz Tohtor Bey diye selamlıyorlar.<br />
Sorular, sohbetler okey taşlarının şakırtısına karışıyor.<br />
Bir el, bir el daha..<br />
Bir sekizlik demlik, bir sekizlik demlik daha.<br />
Köylülerin Cemal Hoca'ya takılmaları...<br />
Akşam oluyor. Hesabı ödeyip kalkıyoruz.<br />
Lojmanıma varınca giysilerime sinen sigara kokusundan<br />
nefret ediyorum. Üzerimde ne varsa çıkarıp havalansın<br />
diye bahçedeki çamaşır ipine asıyorum.<br />
14.Bölüm<br />
CİBO DAYI<br />
Cibo Dayı,<br />
Köyün tek bakkalı. Asıl adı Cebrail. Evinin bahçe<br />
duvarının dışına yaptığı tek göz odada bakkallık yapıyor.<br />
Bir de köpeği var. Ufak fino cinsi bir köpek. Burada<br />
Kangalların yanında alışılmadık bir şey. Köylü de zaten o<br />
yüzden köpek demiyor;<br />
" Cibo'nun iti " diyorlar.<br />
Bakkal dükkanında biraz kartof ( patates ), kuru soğan,<br />
tuz, kıtlama şekeri, çocuklar için sakızlar, şekerlemeler...<br />
başka bir şey yok...Ekmek yok... Yoğurt yok...peynir<br />
yok...<br />
Ben yalnızca tuz alıyorum. Donmasın diye tuvaletin<br />
deliğine döküyorum. Yoksa tuvalet donuyor, kullanmak<br />
mümkün olmuyor, sıcak su dökmekle de kolay kolay<br />
erimiyor.<br />
Benim sürekli tuz almam Cibo Dayının dikkatini çekmiş<br />
soruyor:<br />
- Tohtor Bey bu kadar tuzu n'apırsan ?<br />
- Tuvalet donuyor Cibo Dayı, tuvalete döküyorum,<br />
donmasın diye<br />
- Tövbe de Tohtor Bey, tuz nimettir, helaya dökülür mü<br />
hiç ? tövbe tövbe..<br />
Cibo Dayı bana bir daha tuz satmayacak diye<br />
korkuyorum.<br />
<br />
15.Bölüm<br />
EBUBEKİR'İN OĞLU<br />
Bugün hava çok soğuk.<br />
Yılmaz'ın lojmanındaki her akşam ki fasılımızdan sonra<br />
lojmanıma geçtim.<br />
Yılmazın 37 ekran siyah beyaz televizyonunda, hava<br />
durumunda Kars'ı eksi 32 derecede olduğunu söylediler<br />
ama sanki daha soğuk. Sanırım rüzgarın etkisi.<br />
Demir çubuğumla sobamda eriyip kaynaşmış cizre<br />
kömürünü parçalayıp ateşi canlandırıyorum, iki tane de<br />
meşe odunu atıyorum. Işığı söndürüp yün yorganımın<br />
altına giriyorum.<br />
Sobanın döküm üst kapağı kora dönüyor ve ışık saçmaya<br />
başlıyor ama başucumdaki termometre sadece 2<br />
dereceyi gösteriyor.<br />
Uyumuşum.<br />
Gecenin bir yarısı kapımın yumrukla çalınması ile<br />
uyandım.<br />
Kapıyı açtığımda karşımda köydeki diğer kahvehanenin<br />
sahibi Ebubekir duruyordu. Arkasında da ellerinde<br />
dirgenleri ve fenerleriyle üç kişi daha bekleşiyordu.<br />
Severdim Ebubekiri, saygılı, efendi bir köylüydü.<br />
- Uyandırdım Doktor Bey, kusuruma bakma, lakin<br />
ellerinden öper benim oğlan çok hasta. Bir gitsek de<br />
bakıversen.<br />
- Gidelim Ebubekir, çantamı alayım çıkalım.<br />
Fakülte yıllarında okul çantası olarak kullandığım Bond<br />
çantamı biraz değiştirip acil çantasına çevirmiştim.<br />
İlaçlarımı, alüminyum kutusundaki cam enjektörümü,<br />
hasta termometremi kontrol edip kapattım.<br />
Paltomu giyip, atkımı sıkıca sardım, başlığımı taktım;<br />
- Hadi gidelim Ebubekir, dedim.<br />
Köyde her evde gece gündüz serbest olan kapı köpekleri<br />
vardır. Bunlar tehlikesizdir ama hava kararınca, akşam<br />
saat on'dan sonra gündüz zincirlerle bağlı kangal çoban<br />
köpeklerini salıyorlar. İşte o saatten sonra evden çıkmak<br />
biraz zordur.<br />
Etrafımda ellerinde dirgen ve el feneri olan dört adam<br />
ortalarında elimde fener ve doktor çantamla ben<br />
Ebubekir'in evine yürüyoruz. Ayazla birlikte insanın<br />
soluğunu kesen bir soğuk var. Yol takır takır buz.<br />
Eve varıyoruz. Tahta kapıyı açıyor Ebubekir, yana çekilip<br />
yol veriyor,<br />
-Buyur Doktor Bey<br />
Sarı ampulün zayıf ışığının aydınlattığı, zemini sertleşmiş<br />
topraktan dar koridora geçiyorum. Koridordaki diğer<br />
kapıyı açıyorlar. Zemini rabıta tahta döşenmiş genişçe bir<br />
oda. Karşıda, duvarın dibinde yer minderi, halı ile kaplı ot<br />
yastıklar. Pencerenin olduğu duvarın altında bir sedir.<br />
Sedirin köşe tarafına üst üste yığılmış döşekler. Köşede<br />
saçtan tezek sobası. Tezek sobasının havlete çevirdiği<br />
odada, Ebubekir'in oğlunu odanın ortasına serdikleri yer<br />
yatağına yatırmışlar.Yatağın çevresinde üç dört kadın<br />
oturuyor. Evin kadınları başına toplanmış. Biz odaya<br />
girince yaşmaklarıyla ağızlarını, burunlarını örtüp sessizce<br />
dışarı çıkıyorlar. Bir Ebubekir'in karısı, çocuğun annesi<br />
kalıyor. Çocuğun yanakları al al yanıyor. On iki, on üç<br />
yaşlarındaki oğlan ateşten sayıklıyor.<br />
Yanına çöküyorum, önce elimle alnına dokunup ateşini<br />
kontrol ediyorum. Derecemi koltuk altına yerleştiriyorum.<br />
Dereceyi beklerken dışarıdan bademciklerini kontrol<br />
ediyorum. Ceviz gibi ele geliyor. Bir kaşık isteyip el<br />
feneriyle boğazına bakıyorum, bademcikleri ceviz gibi,<br />
boğazını kapatmış, üzerleri beyaz iltihap dokusuyla kaplı;<br />
kriptik tonsillit diyorum.<br />
Dereceyi alıyorum, ateş 39,5 derece<br />
Tanıyı koydum ama usulen sırtını, göğsünü de<br />
dinliyorum. Ebubekir'e<br />
- Bir leğene su koy, bir de tülbent getir, diyorum.<br />
Tülbendi ıslatıp, koltuk altına, boynunun yanlarına<br />
yerleştirip soğuk uygulama yapıyorum. Çantamdan<br />
aliminyum enjektör kutumu çıkarıyorum. Kapağını açık<br />
cam enjektörü ve iğne ucunu örtecek kadar su koyup,<br />
tezek sobasının üstüne koyuyorum. Enjektörü kaynayıp<br />
soğuttuktan sonra, penisilin iğnesini çıkarıp hazırlıyorum.<br />
Hafifçe yan çevirmelerini söyleyip enjeksiyonu<br />
yapıyorum.<br />
- Ebubekir, diyorum. Bir saat sonra terlemeyle beraber<br />
ateşi düşer. Bu tülbendi kurudukça ıslatıp aynen koyun,<br />
çocuğun üzerini örtmeyin. Şu haptan da bir tane içirin<br />
diyerek parasetamol tablet veriyorum. Ha yarın sabah da<br />
uğra iğnelerin devamını yazayım, Yılmaz eve uğrar<br />
iğnesini yapar.<br />
- Sağ olasın Doktor Bey, Biz seni ocağa bırakalım.<br />
Geldiğim gibi dirgenli ve fenerli dört koruma eşliğinde<br />
lojmanıma dönüyorum.<br />
<br />
16.Bölüm<br />
KARA TREN<br />
Ayrılık,<br />
Boz bir duman<br />
Çekip giden trenin üzerinde...<br />
Ve hüzün,<br />
Çobanın yanık nefesinde.<br />
Cumartesi.<br />
Sabah Çıldır otobüsü ile Kars'a indim. Lojmanımda<br />
düzgün bir banyo olmadığı için on beş günde bir<br />
Kars'a şehir hamamına gidiyorum. Güzelce yıkanıp bir<br />
de kese attırıyorum. Bugün de hamam günüm.<br />
Hamam sefası sonrası Ordu Pazarına uğruyorum.<br />
Burada Ordu Pazarı herkese açık. Haftalık<br />
ihtiyaçlarımı alıyorum.<br />
Bir lokantada öğle yemeğimi de yiyorum.<br />
Kars'ta yapacak başka bir şey yok. Hele kış<br />
mevsiminde. Bir kapalı sineması var, hala "Battal Gazi<br />
Geliyor" oynuyor. Kentin tek eğlencesi Aşık<br />
Kıraathaneleri.<br />
Köyüme yol göründü. Lojmanıma giderim, sobamı bir<br />
güzel canlandırırım, güzel bir çay demlerim. Öyle de<br />
yapıyorum.<br />
Orta oda, oturma ve yemek odam. Bir masa, dört<br />
sandalyesi, sağlık ocağının ilaç dolabından devşirme<br />
erzak dolabım, yerde de uyduruk bir makine halısı.<br />
Hepsi bu.<br />
Çayımı, Kars'tan aldığım bir kaç paket bisküviti<br />
masama koyup oturuyorum. İsa Dayının evinin damı<br />
üzerinden Kars çayının öte tarafındaki dağlar<br />
gözüküyor. Her yer bembeyaz kar. Bir anda gözlerim<br />
bu beyazlık içinde yavaş yavaş ilerleyen kara bir<br />
tırtıla benzeyen Akyaka trenine takılıyor. Saat üç<br />
buçuk. Akyaka treninin geçme vakti. Lokomotifinin<br />
bacasından kara dumanlar yayarak ilerliyor ve boz<br />
bulanık ufukta gözden kayboluyor.<br />
Ve yukarıdaki mısralar dökülüyor kalemimden...<br />
17.Bölüm<br />
AŞIK ATIŞMALARI<br />
Bir haftayı daha bitirdik. Cuma akşamı. Akşam<br />
yemeğinden sonra her cuma akşamı - Susuz'a<br />
gitmediğim günler - yaptığımız gibi Yılmaz'ın<br />
lojmanında toplanıyoruz. Yılmaz, Özden Hoca, Soför<br />
Mustafa, ben ve Tacettin Öğretmen. Yılmaz tezek<br />
sobasını yakmış güzelce, dar uzun oda sıcacık. Saç<br />
sobanın üzerinde çaydanlık kaynıyor. Biraz hoş beş<br />
edip saza söze geçiyoruz. Çaylarımızı içerken Tacettin<br />
Öğretmen sazını alıyor ve başlıyor çalmaya... Önceleri<br />
içinden ne gelirse söylüyor, daha sonra hepimizin<br />
ortak söyleyebileceği, fasıl yapabileceğimiz türkülere<br />
geçiyor. Geceyi bitirirken, burada Tacettin<br />
Öğretmenden duyup öğrendiğim, çok sevdiğim<br />
türküyü istiyorum ben de.<br />
Küstürdüm barışamam ayrıldım kavuşamam<br />
Göz açtım seni gördüm yar ile konuşamam<br />
Dert bende çare sende dert bende çare sende<br />
Eylenmez yare bende yuvasız kuşlar gibi<br />
Kalmışım perakende<br />
Bu dağın ersesine uyandım yar sesine<br />
Yarim keklik ben avcı düşmüşem ensesine<br />
Dert bende çare sende dert bende çare sende<br />
Eylenmez yare bende yuvasız kuşlar gibi<br />
Kalmışım perakende<br />
Ben garip eşim garip eşim yoldaşım garip<br />
Öldüğüme gam yemem mezarda taşım garip<br />
Dert bende çare sende dert bende çare sende<br />
Eylenmez yare bende yuvasız kuşlar gibi<br />
Kalmışım perakende<br />
Vedalaşmadan önce Tacettin Öğretmen,<br />
- Arkadaşlar Pazar günü öğleden sonra bir işiniz yoksa<br />
Mezra Köyüne gidelim mi?, Orada bir aşık arkadaşım<br />
var, beni davet etti, isterseniz hep birlikte gidelim.<br />
Mustafa'nın işi yoksa Mustafa bizi götürsün.<br />
-Benim işim yok, bulaşığı, çamaşırı yarın hallederim.<br />
Özden Hoca ve Yılmaz,<br />
- Biz de geliriz.<br />
Bakışlar Mustafa'ya dönüyor. O da,<br />
-Tamam, ben sizi Cibo Dayının dükkanının önünden<br />
alırım, saat kaçta gidelim Tacettin Hoca?<br />
- Öğle yemeğinden sonra, saat bir gibi çıkalım.<br />
Pazar günü saat bir'de Mezra köyüne gitmek üzere<br />
sözleşip dağılıyoruz.<br />
Soğuk ama pırıl pırıl bir Ocak günü. Gökyüzü masmavi.<br />
Güneş altında bembeyaz kar kristalleri parlıyor.<br />
Lojmanımdan çıkıp Yılmaz'ın kapısını çalıyorum. Yılmaz<br />
da hazır, çıkıyoruz. Dükkanı önünde güneşlenen Cibo<br />
Dayı ile selamlaşıyoruz. Elinde sazı Tacettin Öğretmen ve<br />
Özden Hoca da birlikte geliyorlar. Köyün yukarı<br />
mahallesindeki caminin önünde Mustafa'nın minibüsü de<br />
göründü. Ekip tamam.<br />
Mezra köyü Susuz, Arpaçay yol ayrımına gelmeden<br />
hemen önce merkeze bağlı büyükçe bir köy. Terekeme<br />
köyü. Minibüsümüzle köye girip, bahçesinde tezeklerin<br />
yığıldığı taş evin önünde duruyoruz. Önce köpekler<br />
karşılıyor bizi. Köpeklerin havlamasına ev sahibi çıkıyor.<br />
İki eliyle elimizi kavrayıp hoş geldiniz diyor. Çevreme<br />
bakınıyorum. Bir kaç çatıları saç kaplama betonarme ev<br />
hariç - bunlar Almancıların evleriymiş- diğer taş evlerde<br />
pencere yok. Genişçe bir odaya buyur ediyor ev<br />
sahibimiz. Bu oda da dört duvar, pencere yok. Sadece<br />
tavanın ortasında, güneş ışınlarının bir huzme halinde<br />
sızdığı bir pencere var. Güneş huzmesinin vurduğu yer<br />
kör eden bir aydınlık gibi parlıyor. Çivit mavisine<br />
boyanmış duvarların dibine serilmiş yer minderleri ve halı<br />
kaplı sırt yastıkları daha loş. Odanın bir köşesinde saçtan<br />
tezek sobası yanıyor. Duvardaki, iki geyiğin koklaştığı<br />
orman sahnesinin resmedildiği ipek halının altına<br />
yerleşiyorum. Diğer arkadaşlarda yer minderlerine<br />
yerleşiyorlar. Ev sahibi tekrar tek tek hoş geldin deyip<br />
hatırımızı soruyor. Aç olup olmadığımızı soruyor. Hep<br />
birlikte,<br />
- Sağ olasın, yemeğimizi yedik çıktık, diyoruz.<br />
Biraz gündelik işlerden, köy hayatından, kardan kıştan<br />
konuşuyoruz. Konuşmaları dinlerken süzülen ışık<br />
huzmesinin yarattığı atmosfer altında içinde<br />
bulunduğumuz oda, bu insanlar beni gerçek üstü bir<br />
dünyaya taşıyor. Keşke diyorum fotoğraf makinem<br />
olsaydı.<br />
Ev sahibimiz Tacettin Öğretmene dönüyor,<br />
- Eeee Aşık hazır mısan?<br />
Tacettin Öğretmen sazını kucaklıyor, tezenesiyle tellerine<br />
şöyle bir vuruyor. İnce parmakları tellerin üzerinde<br />
dolaşırken bir giriş yapıyor.<br />
Karşılıklı deyişler söylüyorlar, Aşık Murat<br />
Çobanoğlu'ndan, Aşık İslami'den.<br />
Yaşmaklı bir kadın elindeki tepsiyi yavaşça kapının önüne<br />
bırakıyor. Ev sahibinin oğlu tepsiyi alıyor. İçinde kete<br />
olan tepsiyi ortaya koyuyor, tek tek çaylarımızı dağıtıyor.<br />
Saza söze biraz mola. Kete, kat kat yufkaların arasına ,<br />
yine un ve tereyağının kavrulmasıyla hazırlanmış harcın<br />
yerleştirilerek fırında pişirilen yerel bir çörek. Başta garip<br />
gelmişti, hamur içinde yine hamur bir harç. Ama yedikçe<br />
lezzetli gelmeye başladı.<br />
Çaylar içildi, keteler yendi, bu kez iki aşık atışmaya<br />
geçtiler. Onlar sırayla manilerini söyleyip atıştıkça bizler<br />
keyifle gülüp alkışlıyorduk. Yaklaşık yarım sat kadar<br />
atıştılar. Sonunda tamamladılar,<br />
Tacettin öğretmen<br />
Akıl yok kafanda içinde kovuk.<br />
Kuyudan mı gelir sesin çok boğuk.<br />
Buzdolabı gibi sözlerin soğuk.<br />
Suları donduran kışa benzersin.<br />
Ev sahibimiz aşık:<br />
Bu meydanda seni çektim hesaba.<br />
Ne ipe gelirsin ne geldin sapa.<br />
Senden ne köy olur nede kasaba.<br />
Dolunun yanında boşa benzersin.<br />
Çok güldük, çok eğlendik çok alkışladık.<br />
- Haydi, dedim Tacettin Öğretmene. Benim türkümü de<br />
söyleyin de kalkalım akşam oluyor.<br />
- Tamam Doktor Bey, dedi Tacettin Öğretmen.<br />
İki aşık birden vurdular sazın tellerine;<br />
"Küstürdüm barışamam ayrıldım kavuşamam..."<br />
18.Bölüm<br />
MİHRALİ<br />
Perşembe...<br />
Sabah Mustafa'nın minibüsüyle Kars'a indim. Sağlık<br />
Müdürlüğüne teslim edilecek formları vermek için.<br />
Evrakları teslim ettim, ambardan sağlık ocağı için gerekli<br />
sarf malzemelerini aldım. Öğle yemeğini yedim. Ordu<br />
Pazarından evimin ihtiyaçlarını aldım. Saat Üç buçukta<br />
Mustafa'ya yetiştim.<br />
Cibo Dayı'nın önünde inip, ilkokul ile sağlık ocağının<br />
arasındaki boş arsadan - ya da benim yakıştırmamla köy<br />
meydanından- yürüyorum. Birinin bana seslendiğini<br />
duydum.<br />
- Aya, aya Doktor Bey!<br />
Döndüm sesin geldiği yöne baktım.<br />
İlkokulun kapısında Mihrali öğretmen sesleniyordu.<br />
- Doktor Bey hardan gelirsen ?<br />
Hay koca Terekeme diye söylendim içimden. Öğretmen<br />
olmuşsun, dilini bari düzelt be adam. Tamam köyde<br />
yaşayan insanların, Terekeme halkının şivesi bu ama sen<br />
artık bir öğretmensin. Çocuklara örnek olacak, güzel<br />
Türkçemizi öğreteceksin. Ama Mihrali işte. Yurdumun<br />
uzak bir köşesinde, kaderine terk edilmiş köyünde bu<br />
kaderi kabullenmiş bir öğretmen. Ha bir de şark kurnazı.<br />
Benim tıbbi sekreterim Miraç'ın, hatta müstahdemim<br />
Musa'nın bile hayalleri, hedefleri var. Ama Mihrali<br />
Öğretmenin yok. Kısır köy muhabbetleri içinde yuvarlanıp<br />
gidiyor.<br />
- Kars'tan gelirem. - Hay dilimi eşek arısı soksun, beni de<br />
bozdular -<br />
- Hara gidirsen,<br />
- Önce sağlık ocağına gideceğim, sonra da eve. - Artık<br />
lojmanımı benimsedim, ev demeye başladım. -<br />
- Hüsamettin Efendi seni arayıftı. Orta okula bir uğra<br />
istersen.<br />
- Sağ ol Mihrali Hocam, elimdekileri ocağa bırakayım,<br />
okula giderim.<br />
19.Bölüm<br />
ALLAH'IN EMRİ...<br />
Kars'tan getirdiğim malzemeleri sağlık ocağına<br />
bırakıyorum. Yılmaz ve Miraç Beyden gün içinde<br />
yokluğumda bir şey olup olmadığına dair kısa bir bilgi<br />
alıp orta okula yöneliyorum.<br />
Öğrenciler derste. Cümle kapısının karşısındaki soğuk gri<br />
boyalı kapıyı tıklatıp içeri giriyorum. Okul Müdürü<br />
Hüseyin Bey masasında evraklara gömülmüş. Masanın<br />
önündeki sandalye de Selahattin Hoca oturuyor.<br />
Hüsamettin de sobanın başında ayakta duruyor.<br />
- Selamün aleyküm.<br />
- Aleyküm selam Doktor Bey, Hoş geldin<br />
- Hoş bulduk Müdürüm, hoş bulduk arkadaşlar.<br />
Hüsamettin Efendi beni aramışsın, Mihrali Hoca söyledi.<br />
- Aradım Doktor Bey, Miraç Kars'a Müdürlüğe gittiğinizi<br />
söyledi. Doktor Bey, bu akşam bizim evde kız isteme var.<br />
Benim bacımı Allah'ın emriyle istemeye gelecekler.<br />
Hocalarım gelecek, sen de gel istedim.<br />
- Çok sağ ol Hüsamettin Efendi. Ben de çok isterim. Hem<br />
sizin adetlerinizi geleneklerinizi de görmüş olurum. Ama<br />
kalabalık etmeyeyim.<br />
- Olur mu hiç Doktor Bey, başım gözüm üste yeriniz var.<br />
- İyi o zaman. Selahattin Hocaya dönüp,<br />
- Selahattin Hocam geçerken beni de alırsınız.<br />
- Tabii alırız Doktor Bey.<br />
- Saat kaçta olacak Hüsamettin efendi.<br />
- Yatsı namazından sonra Doktor Bey.<br />
- Tamam Hüsamettin Efendi. Ben kalkayım, akşama<br />
yemek için bir şeyler yapayım akşam görüşürüz . Haydi<br />
Hoşça kalın.<br />
Akşam yemeği sonrasında Selahattin Öğretmen, Hüseyin<br />
Öğretmen, Cemal Öğretmen eve uğrayıp beni alıyorlar.<br />
Hepimizin elinde demir çubuklar ve el fenerleri. Karanlık<br />
çöktü, köpeklere karşı tedbirli olmak lazım. Onlar<br />
alışmışlar ama ben hala tedirgin olduğum için gurubun<br />
ortasında yürüyorum.<br />
Hüsamettin'in evine varıyoruz. Kapının önü ayakkabı,<br />
cızlavet yığını. İçeri buyur ediyorlar. Geniş salona<br />
erkekler toplanmış, diğer odalarda kadınlar oturuyor.<br />
Karşılıklı hal hatır sormalar. İmamı bekliyoruz. İmam da<br />
gelince törene başlanılacak.<br />
İmam Efendi de geldi. Salondaki konuklar, oturdukları<br />
yerde kıpırdanarak yavaşça duvar kenarına doğru çekildi,<br />
safları sıklaştırdı. Salonun ortasında bir boşluk oluştu.<br />
İmam Efendi kızın ve damadın vekillerini ortaya çağırdı.<br />
Bizim Hüsamettin Efendi ile birlikte onun yaşlarında başı<br />
takkeli birisi daha ortaya geldi, hoca efendinin karşısında<br />
diz çöküp oturdular. Hoca efendi bir Euzubesmele çekti.<br />
Cemaate dönüp kızın ve oğlanın vekilliklerini kabul edip<br />
etmediklerini sordu. Herkes onayladı. Hoca Efendi bizim<br />
Hüsamettin'e döndü.<br />
- Allah'ın emri Peygamber efendimizin kavli ile vekili<br />
olduğun kızımızı oğlumuza isteriz. Ne dersin.<br />
- Remil söylesinler hoca efendi.<br />
Oğlanın vekili bir rakam söylüyor. Hüsamettin de ses<br />
yok, yere bakıyor.<br />
Hoca bir kez daha soruyor;<br />
- Allah'ın emri Peygamber efendimizin kavli ile vekili<br />
olduğun kızımızı oğlumuza isteriz. Ne dersin.<br />
Hüsamettin de yine ses yok. Oğlanın vekili biraz önce<br />
söylediği rakamı biraz yükseltiyor. Hüsamettin hala yere<br />
bakıyor.<br />
Hoca tekrar Hüsamettin'e dönüyor, bir kez daha soruyor;<br />
- Allah'ın emri Peygamber efendimizin kavli ile vekili<br />
olduğun kızımızı oğlumuza isteriz. Ne dersin.Hüsamettin<br />
hala dilsiz bir uşak. Salondakilerden homurdanmalar<br />
başlıyor. Hadi artık, kabul et, bu kadar zorlama gibi<br />
konuşmalar duyuluyor. Oğlanın vekili remil rakamını bir<br />
kez daha yükseltiyor. Hüsamettin hala yere bakıyor,<br />
düşünüyor gibi yapıyor. Sonra başını yavaşça kaldırıp,<br />
- Verdim gitti; demesiyle birlikte, iki vekil canhıraş bir<br />
şekilde birbirine sarılıp öpüşüyor. Bu sarılıp öpüşme de<br />
damadın vekilinin dişleri bizim Hüsamettin'in kulağına<br />
geçiyor. Hüsamettin'in yanağı kan içinde. İş başa<br />
düşüyor. Biraz pamukla oksijenli su ile ilk pansumanı<br />
yapıyorum. Pansuman sonrası Hoca Efendi tekrar<br />
Euzubesmele çekip duaya başlıyor. Dua sonrası tepsi<br />
içinde şerbetler dağıtılıyor. Artık herkesin stresi geçti.<br />
Herkes birbiriyle sohbet ediyor. Biz de Hüsamettin'i<br />
kutlayıp, hayırlı olsun, Allah tamamına erdirsin<br />
dileklerimizle izin istiyoruz.<br />
<br />
20.Bölüm<br />
DURUN KAR TANELERİ<br />
İzmir'den ayrılalı üç ay oldu. Susuz'da iken her cumartesi<br />
günü Aydan'la görüşüyordum. Evlerinin bir kaç sokak<br />
ötesinde oturan aile dostlarında telefon vardı. Telefon<br />
herkesin evinde olmayan bir lükstü. Sahip olmak için<br />
PTT'ye yazılır, sıraya girersiniz. Sıranın size gelmesi beş<br />
on yılı bulabilirdi. Ben cumartesi günleri Yatılı Öğretmen<br />
lisesi müdürü Hamit Abi'nin odasına oturur, ( Hamit<br />
Abi'nin bana tanıdığı bir ayrıcalıktı.) manyetolu<br />
telefondan santralı arar, numarayı verir beklerdim. Susuz<br />
PTT' sine telefon girişleri otomatik değildi ama her ne<br />
hikmetse çıkışlar otomatikti. Çok beklemeden santral<br />
bana numarayı bağlar, ben Saniye abladan Aydan'ı<br />
çağırmasını ister, telefonu kapatırdım. O da küçük<br />
oğluyla Aydan'a haber gönderir, çağırırdı. Ben yarım saat<br />
sonra aynı yollardan tekrar arardım.Kırk beş dakika bir<br />
saat konuşurduk özlemle. PTT memuresi de bu aşka bir<br />
kıyak çeker 45 dakikalık görüşmeyi üç dakika olarak<br />
gösterirdi.<br />
Köye geçince işler zorlaştı tabii. Haftalık telefon<br />
görüşmelerinin yerini uzun upuzun mektuplar aldı. Özlem<br />
dolu mektuplar.<br />
Neyse yeni yıl geliyordu. Kafama koymuştum, kara kış da<br />
olsa İzmir'e gidecektim. Köy sağlık ocağında arayan<br />
soran olmuyordu nasıl olsa. Kars'a indiğim bir hafta sonu<br />
Doğu Kars otobüs firmasından biletimi aldım.<br />
Köye haber saldım İzmir'e götürmek için bir de hindi<br />
aldım. Köylüye, sen de dursun ben gideceğim gün alırım<br />
diyerek parasını da ödedim. Öğleden sonra adam elinde<br />
hindinin parası sağlık ocağına geri geldi. Hep birlikte<br />
oturduğumuz odaya girdi;<br />
- Tohtor Bey, dedi. Bizim karı hindiyi satmıyor.<br />
Bozuldum ama ocak personeli hep birlikte çok güldük.<br />
Miraç Bey her zaman ki Polyanna ruhuyla;<br />
- Üzülme Doktor Bey, Zaten otobüse canlı hayvan<br />
almazlar, uğursuzluk getirir derler. Alsalar da bagajda<br />
Ankara'ya kadar donar ölürdü hayvan.<br />
Odanın penceresinden gökyüzüne bakıyorum. Gökyüzü<br />
boz bulanık. Tam kar havası. Zaten üç gündür hiç<br />
durmadan yağıyor. Lojmanımın kapısının önünde diz<br />
boyunu geçti kar. Yolculuğuma da bir hafta var. Yol<br />
zorlu. Hele hele Sakaltutan ve Kızıldağ geçitleri.<br />
Fatma Hemşire Hanım da her zaman ki hüzünlü bakışları<br />
ile dışarıya bakıyor. O'nun daldığını fark eden Miraç Bey<br />
yine Polyannacılık oynuyor.<br />
- Üzülme Hemşire Hanım, bak karlar eriyecek, çiçekler<br />
açacak, kelebekler uçacak, koyunlar kuzulayacak sen de<br />
memleketine gidersin.<br />
Benim kulaklarımda ise Nilüfer'in şarkısı;<br />
" Yollar benim umudumdur<br />
Yolları kapatmayın,<br />
Yağmayın yollarıma<br />
Durun kar taneleri..."<br />
21.Bölüm<br />
YOLCULUK<br />
Mustafa'nın minibüsünün kornası çalıyor.. Akşam<br />
Yılmaz'ın evinde hep beraber çay içip saz çalıp türkü<br />
çığırmıştık. Sabah Kars'a giderken beni de almasını<br />
tembihlemiştim.<br />
Akşamdan hazırladığım valizimi aldım, atkımı sarıp<br />
paltomu giyindim sıkıca. Mustafa dolmuşuyla Sağlık<br />
Ocağının kapısının önündeydi. Beni görünce minibüsten<br />
indi valizimi alıp arkaya bagaja yerleştirdi. Bu arada ben<br />
de şoför mahalline yerleştim.<br />
Minibüste köyün aşağı mahallesinden bir kaç yolcu daha<br />
vardı, selamlaştık.<br />
- Selamün aleyküm<br />
- Ve aleyküm selam.<br />
Mustafa bizim köyün minibüs şoförü. Ufak tefek bir<br />
adem. Aslında Trabzon'lu. Nasıldır nedendir bilmem<br />
buraya gelip yerleşmişler. Ford minibüsü ile köy ile Kars<br />
arasında taşımacılık yapar. Sabah saat sekiz gibi Kars'a<br />
gider akşamüstü saat üç buçuk oldu mu köye döner.<br />
Çıldır otobüsleri dışında köyün tek toplu ulaşım aracı<br />
odur.<br />
Köyün girişinde, köyden beş - altı yüz metre dışarıda,<br />
köprü karakolunun karşısındaki Ruslardan kalma su<br />
değirmeninin yanındaki evde oturuyorlar. Sakin, efendi<br />
birisi. Akşamları Yılmaz'ın evde toplandığımızda zaman<br />
zaman o da gelir katılır bize.<br />
Yukarı mahalleye doğru yolcuları teker teker toplayarak<br />
gidiyoruz. Minibüs doldu. Şoför mahallini de üçledik.<br />
İzmir otobüsüm öğleden sonra üçte. O zamana kadar<br />
Kars'ın Ruslardan kalma düzenli caddelerinde<br />
dolaşıyorum, taş binaları seyrediyorum. Kars Kalesi kar<br />
içinde siyah bir siluet gibi yükseliyor. Öğle yemeği için bir<br />
lokantaya giriyorum. Yolda midemi bozmasın diye etsiz,<br />
hafif bir şeyler yiyorum. Yemekten sonra terminale gidip<br />
yazıhanede oturuyorum.<br />
Vakit geldi, yolcularımızı aldık ve yola çıktık. Selim'i,<br />
Sarıkamış'ı ardımızda bırakıp Karakurt'tan Erzurum<br />
yoluna dönüyoruz. Hava da karardı, karanlık çöktü. Artık<br />
dışarısını göremiyorum, camdan bakmaya çalıştığımda<br />
camda kendi yansımamı görüyorum sadece. Uzun bir<br />
yolculuk beni bekliyor.<br />
Akşamım karanlığında bembeyaz bir yoldaki teker<br />
izlerinden ilerliyoruz. Az önce Pasinler tabelasını geçtik.<br />
Bir kaç kilometre sonra da aniden otobüsün farları dahil<br />
bütün ışıkları söndü. Yolun ay ışığı ile parlayan beyazlığı<br />
dışında bir ışık yok. Şoför otobüsü sağa çekti, orasını<br />
kurcaladı, burasını kurcaladı, sigortalarına baktılar arızayı<br />
bulamadılar. El feneri ile arkamızdan gelen bir kamyonu<br />
durdurduk. Kamyoncuya derdimizi anlatıp onun arka<br />
lambalarını takip ederek Erzurum'a kadar gideceğiz.<br />
Başlangıçta planladığımız oldu ama kamyon giderek arayı<br />
açınca yine karanlıkla baş başa kaldık. Şoför, muavini ön<br />
cama yerleştirdi, eline de el fenerini verdi. Ve biz<br />
Erzurum'a kadar yaklaşık yirmi beş otuz kilometreyi el<br />
fenerinin ışığında geldik.<br />
Erzurum'da otobüsün elektrik sistemini onarıyorlar, yarım<br />
saat gecikme ile yola devam ediyoruz. Gecenin<br />
karanlığında önce Sakaltutan daha sonra da Kızıldağ<br />
geçitlerini sorunsuz geçiyoruz.<br />
Sabaha karşı Ankara otobüs terminaline giriyoruz.<br />
Kendimi İzmir'e gelmiş gibi hissediyorum. Ayağımdan<br />
yün çoraplarımı çıkarıp normal çorap giyiyorum. İçimdeki<br />
yün içliği çıkarıyorum ne de olsa İzmir'e yaklaştık. Sekiz<br />
saat sonra özlem bitecek.<br />
Dört günlük bıraktığım eşime, anneme, babama<br />
kardeşlerime kavuşacağım.<br />
Gözlerim nemleniyor hafifçe.<br />
<br />
22.Bölüm<br />
KEÇİLİ<br />
Sömestr tatili bitti. Ben de İzmir'den köyüme<br />
tazelenmiş olarak döndüm. Gerçi bu kez ayrılmak<br />
daha zor oldu ama yapacak bir şey yoktu.<br />
Sağlık Müdürlüğünden gelen yazı aşı kampanyasını<br />
bildiriyordu. Ben de bu kampanya süresince Susuz<br />
Merkez Sağlık Ocağında çalışacaktım. Bir kaç parça<br />
eşya hazırlayıp Hasan'dan Müvdet'in beni almasını<br />
istedim. Kenan'la birlikte onun lojmanında<br />
kalacaktım.<br />
Üç meslektaş Susuz'un yirmi sekiz köyü için bir<br />
planlama ve görev bölümü yaptık. Bu karda kışta bazı<br />
köylere ulaşmak zor olacaktı ama gidebildiklerimizin<br />
aşılamalarını yapacaktık.<br />
Müvdet, hemşire hanım ve ben o gün planladığımız<br />
iki köyün aşılamasını erken tamamlamış Susuz'a<br />
dönüyorduk. Hava koyu gri bulutlarla kaplıydı.<br />
Müvdet,<br />
- Tohtor Bey bu gece tipi geliyor. Yarın aşıya<br />
çıkamayabiliriz. İstersen yolumuz üzerindeki Keçili<br />
köyüne de girelim. Saate baktım. Üç'tü. Keçili ufak bir<br />
köydü. Bir saatte toparlarız diye düşündüm. Hemşire<br />
Hanımdan köyün listesini kontrol etmesini ve yeterli<br />
aşımız var mı bakmasını istedim. Liste düşündüğüm<br />
gibi kalabalık değildi ve aşımız da vardı.<br />
- Tamam Müvdet, çıkmışken Keçili'yi de aşılayalım<br />
dedim.<br />
Müvdet, ana yoldan ayrılıp Keçili yoluna girdi. Daha<br />
doğrusu karla kaplı tarlaya daldı. Yol, iz olmayan<br />
karın üzerinde ağır ağır ilerliyorduk. Köy yaklaşık bir<br />
kilometre ötemizdeydi. Alacakaranlık inmek üzereydi.<br />
Uzakta köyün ışıklarını ve taş yapıların karartısını belli<br />
belirsiz seçtiğimiz an cipimiz durdu. Müvdet ne<br />
olduğunu anlamak için arabadan indi. Ben de indim.<br />
Cipimiz kütük yapan karda askıda kalmış dört teker<br />
boşta dönüyordu. Tek yapılacak iş karı küremekti.<br />
Bunun için de köye yürümemiz gerekiyordu. Ama<br />
köyün köpekleri, kangallar daha o mesafeden bizi<br />
görmüşler çılgınca havlayarak bize doğru geliyorlardı.<br />
Uzaklarda bir kaç karaltı bir şeyler yapıyorlardı.<br />
Müvdet bir yandan korna çalıyor, bir yandan da<br />
- Halooooo, Haloooo(*), diye bağırıyordu.<br />
Sesimizi duyuramazsak burada mahsur kalıp, gece<br />
donmak hiçten bile değildi.<br />
Köpeklerin havlamalarını mı, arabanın kornasını mı<br />
pek sanmıyorum ama Müvdet'in Halooo, Haloooo<br />
diye bağırmasını mı duydular, karaltılar bize doğru<br />
gelmeye başladılar.<br />
Bana asırlar gibi gelen bir süre sonra yanımızdaydılar.<br />
Hemen kürekle cipin altındaki karı küremeye<br />
başladılar. Bir saat kadar sonra cipimizi yola indirmiş<br />
yönünü Susuza çevirmiştik. Keçiliyi aşılamayı daha<br />
sonraki günlere bıraktık. Bizi kurtaran köylülere<br />
teşekkür edip Susuz'a doğru yola çıktık.<br />
(*) Dayııııı, Dayıııı<br />
23.Bölüm<br />
KÖPRÜ KARAKOLUNUN ASKERLERİ<br />
Aşı kampanyasını tamamlayıp yeniden köyüme,<br />
evime döndüm.<br />
Hafta boyunca biriken hastalarıma baktım, biriken<br />
kırtasiye işlerini hallettim. Orta okulda ara vermek<br />
zorunda kaldığım İngilizce öğretmenliğine yeniden<br />
başladım.<br />
Şubat ayının son günleri yaklaşıyor. O zemheri<br />
soğukları geçti. Pazar günü öğleden sonra Yılmaz'la<br />
sağlık ocağının bahçesinde dolanıyoruz. Yılmaz,<br />
- Doktor Bey bugün hava çok güzel istersen kahveye<br />
gitmeyelim.<br />
- Haklısın Yılmaz, ben de o sigara dumanı içinde<br />
oturmak istemiyorum. Ne yapalım dersin?<br />
- Köyün girişinde Mustafa'nın evinin oradaki köprü<br />
karakolunu biliyorsundur Doktor Bey. İstersen oraya<br />
kadar yürüyelim, onları ziyaret edelim.<br />
- Olur Yılmaz hadi gidelim.<br />
Köyün yukarısına doğru yürüyoruz. Kapı köpekleri<br />
güneşin altında miskin miskin uyuyorlar. Damızlık<br />
bırakılmış kazlar birbirini kovalıyor, arada bir<br />
ayaklarının ucunda dinelip, kocaman kanatlarını açıp,<br />
uzun boyunlarını tehditkar bir şekilde ileri uzatarak<br />
bağrışıyorlar.<br />
Köy ardımızda kaldı. Bu kez yokuş aşağı çayın<br />
kenarından yürüyoruz. Taş köprü görünüyor.<br />
Köprünün yol tarafında hafif bir yamaca kurulmuş,<br />
çevresi bahçe duvarı ile çevrilmiş köprü karakoluna<br />
ulaşıyoruz. Kapıdaki nöbetçiye selam verip<br />
komutanını soruyoruz.<br />
Biraz sonra karakol binasının kapısında beliren çavuş<br />
bizi içeri davet ediyor.<br />
Adı Levent, İzmir'li. Hem de Basın Sitesinden. Şu<br />
Allah'ın işine bak. İzmir neresi Kars neresi. İki<br />
hemşeri buluşuyoruz. Çokça İzmir'den konuşuyoruz.<br />
Sonra Levent köprü karakolunu anlatıyor.<br />
- Bir manga askeriz diyor. Şu köprüyü bekliyoruz.<br />
Görevimiz herhangi bir Rus saldırısı olursa bu<br />
köprüye dinamitleri yerleştirip köprüyü imha etmek.<br />
Rus ordusunu belli bir süre durdurmak, oyalamak.<br />
Anlamıyorum ama anlamış gibi yapıyorum. Askerliğini<br />
yapmış arkadaşlarımın her zaman dediği gibi; "<br />
Askerlikte mantık aramayacaksın"<br />
Karakol binasının girişinin orta yerinde kocaman bir<br />
kuzine var. Bununla hem ısınıyorlar hem yemeklerini<br />
pişiriyorlarmış. Bir aşçıları var ekmek dahil tüm<br />
yiyeceklerini o yapıyor. Köprünün karşı yakasında<br />
Mustafa'nın evinin ve su değirmeninin yaslandığı<br />
tepede de nöbet tutuyorlarmış. Eeee haliyle nöbetsiz<br />
askerlik olmaz.<br />
İkram ettikleri çaylarımızı içiyoruz. Ayrılırken Levent<br />
bizi haftaya, tuzak kurup avladıkları ve kuzine de<br />
pişirdikleri karatavuk ziyafetine çağırıyor.<br />
- Geliriz diyoruz, yanımıza Aşık Tacettin Öğretmeni de<br />
alır geliriz. Sizin de bir ihtiyacınız, rahatsızlığınız<br />
olursa çekinmeden Mustafa ile haber gönderin.<br />
Yavaş yavaş köye yürüyoruz. Son dönemeçte köyüm<br />
göz alabildiğince önümde uzanıyor.<br />
24.Bölüm<br />
AV<br />
Yine bir cumartesi öğleden sonrası. Çamaşırlar<br />
yıkanıp asılmış, bir haftadır biriken bulaşıklar yıkanıp<br />
kurulanmış. Ellerim çamaşırcı eli gibi buruş buruş.<br />
Öğle yemeği sonrası Yılmaz sesleniyor. Birlikte<br />
Cemil'in kahveye gidiyoruz. Bu kez yanımızda bizim<br />
köy sağlık ocağına yeni atanan Gönül Ebe Hanımın<br />
eşi Efendi de var. Efendi, eşi Gönül Ebe gibi ince<br />
uzun bir adam. Bizden bir kaç yaş büyük sanırım.<br />
Kamyon şoförü. Hem de Yılmaz'ın hayalindeki gibi<br />
uzun yol şoförü. Trabzon, İran arasında yük çekiyor.<br />
Bu yüzden Yılmaz ile hemen dost oldular.<br />
Güneşli, güzel bir kış günü. Artık Şubat ayının sonu<br />
geldi. Bir kısım köylü kahvenin önünde güneşin ısttığı<br />
duvar önünde sohbet ediyor. Biz selam verip kahveye<br />
giriyoruz. Kahve ahalisi topluca selamımız alıyor.<br />
- Aleyküm selam.<br />
Cemal Hoca, Özden Hoca, Selahattin ve Tacettin<br />
Hoca bizden önce gelip okey karesini kurmuşlar. Birer<br />
sandalye çekip yanlarına oturuyoruz. Okey taşlarının<br />
şakırtıları arasında hal hatır soruluyor. Yeni bir<br />
sekizlik demlik çay söyleniyor.<br />
Bir kaç el sonra oyun bitince kaybeden üç kişi<br />
kalkıyor, kazanan Özden Hocanın yanına biz yeni ekip<br />
yerleşiyoruz. Taşlar şakırtılarla karıştırılıp yeniden<br />
dağıtılıyor. Yeni oyuna yeni bir sekizlik demlik çay<br />
söyleniyor tabii.<br />
Günün sonunda teklif Efendi'den geliyor;<br />
- Hocalar, yarın ava çıkalım mı?<br />
İşi olan bir iki dışında teklif kabul görüyor. Pazar<br />
sabah saat dokuzda buluşmak üzere sözleşip<br />
ayrılıyoruz. Bana da bir tek kırma ayarlayacaklar.<br />
Gerçi benim amacım avlanmaktan ziyade, çevreyi<br />
dolaşmak belki bir iki tilki ya da tavşan görmek.<br />
Eve gelip sobamı tazeliyorum, yemeğimi ısıtıp<br />
yedikten sonra biraz ders çalışıp biraz da şiir<br />
defterime bir şeyler karalıyorum.<br />
"El ayak çekilince<br />
Kısa ikindilerden,<br />
Kalıverince bir başıma<br />
Kara geceyle,<br />
Bir bardak çayın paylaştığı<br />
Yalnızlığımda,<br />
Ya aynalarla konuşurum,<br />
Ya da resminle...<br />
. . .<br />
Sabah dokuzda sözleştiğimiz gibi Cibo Dayının bakkal<br />
dükkanının önünde buluşuyoruz. Yılmaz, Efendi,<br />
Tacettin, Özden, Mihrali ve ben. Altı kişiyiz. Benim<br />
tek kırmayı Mihrali getirmiş. Eski püskü bir şey, ateş<br />
edeceği bile şüpheli. Fişekleri paylaşıyoruz. Silaha<br />
birer fişek yerleştirip yola çıkıyoruz. Köyden ayrılıp<br />
Kars çayının diğer yakasına geçip tepeyi<br />
tırmanıyoruz. Efendi ile Mihrali rehberimiz. Biz avcı<br />
kolunda onları izliyoruz. Şubat güneşiyle erimiş,<br />
kütük özelliğini yitirmiş karda bata çıka ilerliyoruz.<br />
Görebildiğimiz sadece izler. Ne bir tavşan ne bir tilki<br />
... Sonsuz beyazlıkta ardımızda derin izler bırakarak<br />
yürüyoruz. Epey bir dolaştıktan ve bir fişek bile<br />
sıkamadan Köyün alt tarafındaki Mustafa'nın<br />
değirmenine giden su arkına ulaşıyoruz. Bata çıka<br />
yürümek hepimizi yordu. Su arkının kıyısından<br />
ilermeye devam ediyoruz. Arktaki su donmuş, buz<br />
halinde. Üzerinde ince bir tabaka rüzgarın savurduğu<br />
kar var. Efendi arkın üzerindeki buzun üzerinden<br />
yürümeye başlıyor bir ara. Biz buzun kırılacağından<br />
endişeli arkın iki yanındaki daha ince kar tabakası<br />
üzerinde yürüyoruz.<br />
Ve bir anda korktuğumuz oluyor. Bir çatırtı sonrası<br />
Efendi görüntüden kaybolup arkın içindeki suya<br />
gömülüyor. Hemen kıyıdan dal parçaları uzatıp<br />
tutunmasını sağlıyoruz. Mihrali ile Tacettin karın<br />
üzerine yatıp Efendi'nin ellerinden tuıtarak yukarıya<br />
çekiyorlar. Efendi su içinde. Bütün giysileri<br />
çamaşırları ıslanmış durumda. Herkes üzerinden bir<br />
çamaşır, giysi çıkarıp Efendi'ye veriyor. Efendi bir<br />
çalı arkasında ıslak çamaşırlarını çıkarıp bizim<br />
verdiğimiz kuru giysileri giyiyor. Efendi'yi avı bırakıp<br />
köye dönmeye ikna ediyoruz. Biz bir süre daha<br />
dolanıp gördüğümüz bir kaç karatavuğa ateş edip,<br />
hiçbirini vuramadan köye eli boş dönüyoruz.<br />
Aslında şu Efendi'nin kazası olmasaydı tam da benim<br />
düşündüğüm gibi keyifli bir doğa yürüyüşü olmuştu.<br />
Ama aklımın bir köşesi,<br />
ya su Efendi'yi arkın ilerisine doğru sürükleseydi,<br />
ya Efendi düşerken elindeki tüfek ateş alsaydı,<br />
birimizi yaralasaydı diye düşündüğünde bu keyif<br />
ağzımda buruk bir tad bırakıyor.<br />
Eve dönünce sobadaki ateşi demir çubuğumla<br />
canlandırıp, sıcak bir ıhlamur yapıyorum kendime.<br />
Elime şiir defterimi alıp şu dizeleri karalıyorum.<br />
Ben<br />
Yalnız çoban,<br />
Uçsuz Zaim yaylalarında<br />
Sensiz, yalnız ve umutsuz<br />
Umutlarımı güdüyorum.<br />
Bugünkü av partisinden avlayabildiğim bu dizeler<br />
oluyor yalnızca.<br />
25.Bölüm<br />
TEREKEMELER<br />
Cemreler düştü. Hava gündüz saatlerinde daha sıcak.<br />
Öğle yemeği arasında - aslında burada saat kavramı,<br />
mesai kavramı yok, her daim mesaideyiz.- sağlık<br />
ocağının güney duvarındaki ahşap bankta<br />
oturuyorum. Öğle olduğunu karnımın acıkması ve<br />
okulun paydos zili çalınca fark ediyorum. İlkokuldan<br />
sağlık ocağımıza doğru karlar içindeki patikadan uzun<br />
ince bedeniyle Tacettin Öğretmen geliyor.<br />
- Merhanba Doktorum.<br />
- Merhaba Tacettin Hocam. Kış güneşinin keyfini<br />
çıkarıyorum. Dinle bak, kış güneşiyle eriyen karların<br />
sesini, minik dereciklerin sesini dinliyorum.<br />
- Doktor Bey dikkat et, güneş çarpmasın!<br />
Birlikte gülüyoruz.<br />
- Tacettin Hocam sana bir şey soracağım. Sen de<br />
Terekemesin değil mi?<br />
- Evet Doktor Bey Biz de Terekemeyiz.<br />
- Nedir Hocam bu Terekeme bir anlatsana.<br />
- Anlatayım Doktorum. Bizim Kafkasya'da Terek Irmağı<br />
kyılarında yaşayan atalarımız. Borçalı ve Kazak boyundan<br />
gelen Kıpçak, Kuman, Bulgar ve Hazar Türklerinin<br />
Ön-Asya’daki koludur. Bu boya iki isim birden verilmiş.<br />
Bu isimler; Karapapak ve Terekeme’dir.<br />
Terekemelerin ilk göçü 1800 lü yıllara kadar gitmektedir.<br />
1828 yılında Türkmençay Antlaşması ile kuzey<br />
Azerbaycan’daki yurtları Borçalı ve Kazak bölgelerinden<br />
ayrılarak Kars’a gelmişler. Bir kısmı ise İran<br />
Azerbaycan’ına(Güney Azerbaycan) göç etmiş.. 1904<br />
yılında 90-100 hanelik bir Terekeme öbeği Anadolu’ya<br />
gelmiş. Bir kısmı yine Kars’a, bir kısmı Ağrı ve Adana’ya<br />
yerleşmişler.<br />
Ancak günümüzde bölge halkıyla kaynaşmış durumlar.<br />
1921 yılında bir kısım Terekeme daha Tiflis, Borça ve<br />
Kazak bölgelerinden Kars’a gelmişler.<br />
Dilimiz Azeri Türkçesine benzer ama Azeri değiliz.<br />
Genellikle Uzun boylu yapılı esmer kişileriz.<br />
Ha benim aşıklığım da soyumdan gelir. Terekemeler<br />
arasında aşıklık geleneği çok gelişmiştir. Murat<br />
Çobanoğlu, Aşık Şenlik bizim usta aşıklarımızdır.<br />
Misafirperver, heyecanlı, hızlı konuşan insanlarızdır.<br />
Yemeklerimiz de ünlüdür. Kete yemişsindir. Hanıma<br />
söyleyeyim de sana bir Hangel pişirsin. Bir de piti'miz<br />
var.<br />
- Aman aman Piti'yi bana söyleme. Kars'a ilk geldiğimde<br />
bir lokantada yedim, iki gün ishalden öldüm.<br />
- Keçi etiyle yaptılarsa ondandır Doktorum. Alışkın<br />
olmayanı keçi eti bozar.<br />
- Hadi Doktorum bana müsaade. Çocuklar gelmiştir,<br />
okula döneyim.<br />
-Sağ ol Tacettin Hocam. Sohbet için teşekkürler yeni<br />
şeyler öğrendim sayende.<br />
Tacettin Öğretmen gidince şöyle bir gözümün önünden<br />
geçirdim tanıdığım insanları. Muhtar Arslan Şayır, Özden<br />
öğretmen, Tacettin öğretmen, İsa Dayı, Cibo Dayı...<br />
Hepsi efendi, lafını sözünü bilen, saygılı, misafirperver<br />
insanlardı. Köye geleli iki, üç ay olmasına rağmen sıcak<br />
bir dostluk gelişmişti aramızda.<br />
Şanslı bir kura çekmişim diye düşündüm.<br />
26.Bölüm<br />
KADERİMİZ ÇİZİLİYOR<br />
Öyle ya da böyle yeni hayatımı oturtmuşken, kendimi<br />
nisan ya da mayıs ayında yapacağım düğüne, eşimi<br />
buraya getirmenin planlarına ve ekim de yapılacak<br />
Uzmanlık Sınavlarına odaklamışken tüm planlarımızı<br />
bozan haber geldi. Askerliğimiz tecil edilmemişti ve Nisan<br />
celbinde askere gidecektik.<br />
Hasan da benimle aynı durumdaydı. Ne yapacağımızı<br />
düşünürken ilçe jandarma komutanı başçavuş bize<br />
Kars'taki Askerlik Şubesi başkanına yönlendirdi. Hasan'la<br />
birlikte Askerlik Şubesi Başkanı Üsteğmenin yanına çıktık.<br />
Durumumuzu anlatıp yardım istedik. Bize Mart'ın son<br />
haftası askerlik şubesine gelmemizi, bir dilekçe yazıp<br />
sağlık nedeniyle bir yıl tecil istememizi, kendisini de bizi<br />
Sarıkamış askeri hastanesine sevk edeceğini söyledi.<br />
Yanından mutlu ve umutlu ayrıldık, sorunumuzun<br />
çözüleceğine dair ümidimiz artmıştı.<br />
Üsteğmenin dediği gibi Mart ayının son haftasında<br />
Hasan'la birlikte üsteğmenin yanına gittik. O da dediği<br />
gibi sevk evraklarını hazırlayıp bizi Sarıkamış Askeri<br />
Hastanesine gönderdi. Ertesi sabah erkenden Sarıkamış<br />
Asker Hastanesindeydik. Nizamiye de geliş nedenimizi<br />
anlatınca bizi doğru baştabibin makamına getirip emir<br />
subayına teslim ettiler.<br />
Yaklaşık onbeş dakikadır Hasan Çalış'la karşılıklı yüksek<br />
tavanlı, taş duvarlı geniş makam odasında Atatürk'ün<br />
mareşal üniformalı büyük boy fotoğrafı ve onun yanında<br />
Türk Bayrağımız ve Birlik Sancağının önündeki gösterişli<br />
makam masasının önünde deri koltuklarda sessiz ve<br />
düşünceli oturuyoruz.<br />
Oysa sabah ne umutlarla gelmiştik. Sarıkamış Askeri<br />
Hastanesinin Baştabibi Psikiatrist Albay'ın emir subayının<br />
odasında sessizce otururken ceviz ağacından geniş kapı<br />
açılıp ta Tabip Albay emir subayına;<br />
" - Doktor hiç kapıda bekletilir mi ? " diye fırça atınca<br />
umutlarımız nasıl da artmıştı. Ve biz safdillikle ya da<br />
psikiatrist olmasının avantajıyla dileğimizi safiyane<br />
söyleyiverdik. İkimiz de yeni mezun olmuştuk, Nisan<br />
ayına ve Mayıs ayına düğün hazırlıklarımızı yapmıştık,<br />
eşlerimizi alıp gelecektik, TUS'a hazırlanacaktık ama<br />
askerliğimiz tecil edilmemişti, sağlık nedeniyle bir yıllık<br />
erteleme istiyorduk alt tarafı. Tabip Albay bizi babacan<br />
tavırlarla dinlemiş ama son sözü;<br />
" - Ben bugüne kadar kimseye böyle rapor vermedim<br />
ama sizin için bir ayrıcalık yapacağım, ikinizden birine bu<br />
raporu vereceğim. Kimin raporu alacağına siz karar verin<br />
" diyerek bizi Hasan'la baş başa bırakmıştı.<br />
...Ve biz on beş dakikadır Hasanla karşılıklı düşünceli bir<br />
şekilde oturuyoruz. Birimizin rapor alması tamam da<br />
diğerimiz ne olacak. O soruya da Baştabip Albay'ın<br />
gönderdiği Genel Cerrah Yüzbaşı çözüm buldu. Birimiz<br />
raporu alacak, Susuza dönünce diğerine 10 günlük rapor<br />
verecek ve bakaya kalacak. Bakaya mahkemesinin<br />
sonuçlanması da hemen hemen bir yılı bulacağı için<br />
diğerimiz için de sorun çözülmüş olacaktı. Raporu<br />
Hasan'ın almasına karar verdik ve konuştuğumuz gibi<br />
Susuza dönünce Hasan da bana rapor verdi.<br />
Ve İzmir'i arayıp alelacele düğün hazırlıklarına<br />
başlamalarını söyledim. 9 Nisan da İzmir'e döndüm ve 12<br />
Nisan da düğünümüzü yaptık ve 20 nisan gibi bu kez<br />
Aydan'la birlikte köye döndük. Ben tüm bu işlerle<br />
uğraşırken aniden ortadan kaybolmam ve Aydan'la<br />
birlikte köye dönmem köyün çalkalanmasına neden oldu.<br />
Dolaşan söylentiye göre ben İzmir'e gidip kız<br />
kaçırmıştım. Oralarda kız kaçırmak şanlı bir iş olduğu için<br />
köy içinde benim de saygınlığım artmıştı.<br />
Ama askerlik beklentimiz beklediğimiz gibi olmadı. Hep<br />
yavaş işlediğinden yakındığımız Adalet benim için hızlı<br />
işledi ve iki ay içinde askeri mahkemeden takipsizlik ve "<br />
Kovuşturmaya gerek yoktur " kararı geldi. Bir sonraki<br />
celpte askerlik yolu görünmüştü.<br />
Dönelim biz yine köyümüze.. Eşim Aydan'la birlikte köy<br />
yaşamına ayak uydurmaya çalışıyoruz. Ben orta okulda<br />
İngilizce derslerine girmeye devam ediyorum, sağlık<br />
ocağında gelirse iki üç hasta onları muayene edip reçete<br />
yazıyorum. Geri kalan zaman benim için personelimle ve<br />
öğretmen arkadaşlarla sohbetle geçiyor. Ara ara arka<br />
komşum İsa Dayı ile birlikte arı kovanlarını kontrol<br />
ediyoruz. Artık yaz geliyor kovanların bakımının yapılması<br />
gerekiyor, kraliçe arı ne durumda, yeni yumurtalar var<br />
mı? Yavaş yavaş arıcılığı da öğreniyoruz. Örneğin<br />
arılarının girip çıktığı kovan deliğinin önünde durmazsan<br />
arılar sana ilişmiyor.<br />
Aydan komşu kızlarla arkadaş oldu. Özellikle Fatma ile.<br />
Fatma her gün su taşıyor, yemek yapıyor, ayran aşı<br />
yapmak için evinin önünden madımak topluyor, haftada<br />
bir gün tandırı yakıp ekmek pişiriyor. Aydan da onunla<br />
sohbet ediyor, arkadaşlık ediyor. Sekreterim Miraç'ın eşi<br />
Aydan'a destek oluyor. Kısacası günler geçip gidiyor.<br />
Bakaya davamızda sonuçlanıp Ağustos celbinde askere<br />
girmemiz kesinleşince artık gün sayıyoruz.<br />
27.Bölüm<br />
MİRAÇ BEY GİDİYOR<br />
Aydan'la birlikte köye döneli henüz bir ay olmuştu.<br />
Sağlık Müdürlüğüne evrakları vermek için Kars'a<br />
giden Miraç Bey akşam üzeri köye döndü. Biz de<br />
Yılmaz ve Musa Efendiyle ocağın bahçesinde<br />
Yılmaz'ın arılarını seyrediyorduk. Bizi gören Miraç Bey<br />
doğrudan yanımıza gelip selam verdi.<br />
- Selamün aleyküm.<br />
- Aleyküm selam Miraç Bey hoş geldin.<br />
- Hoş bulduk Hocam<br />
Miraç Beyin sesinde saklayamadığı bir sevinç ve<br />
mutluluk vardı. Ama bir yandan da kendini<br />
frenlediğini hissediyordum.<br />
- Hayrola Miraç Bey, Müdürlükte bir şey mi oldu.<br />
- Hayır, hayır, Doktor Bey, Benim tayin işim olmuş,<br />
Samsun'a tayinim çıktı. Eğer siz muvafakat verirseniz<br />
işleme koyacaklar.<br />
Samsuna gitmek. Miraç Beyin tüm hayali buydu.<br />
Büyük şehre tayin olup iki çocuğunu iyi koşullarda<br />
yetiştirmek istiyordu. Her yıl tayin dilekçesi veriyordu<br />
ama bugüne kadar başaramamıştı. Sonunda dilediği<br />
olmuş tayini çıkmıştı. Benim müdürlüğe yazacağım<br />
muvafakat yazısından sonra tayin kararı işleme<br />
konulacaktı.<br />
- Tabii veririm Miraç Bey. Bu senin hayalindi.<br />
Hakkında hayırlısı olsun. Elimi öpmek için davrandı.<br />
Hemen engelleyip kucakladım. Sıkı sıkı sarıldı.<br />
Benden ayrılırken gözleri nemlenmişti. Yılmaz ve<br />
Musa ile de kucaklaştı.<br />
Ama büyük şehre, hele de uzak bir şehre göç etmek<br />
kolay değildi. Devletin verdiği harcırahla bu işin<br />
altından kalkmak zordu. Miraç Bey eşinin çeyizinde<br />
getirdiği değerli birkaç parça eşyayı satışa çıkardı.<br />
Bunlardan biri de el dokuması yün halıydı. Ben alıcı<br />
oldum ama Miraç Bey her zamanki dürüstlüğü ile,<br />
- Bu halı size gelmez Doktor Bey. Bir kaç yerinde<br />
güve yeniği var ben onları tamir etmiştim.. Bu halıyı<br />
size satamam dedi ve satmadı. Bir hafta içinde<br />
satacaklarını sattı ve yol parasını denkledi.<br />
Bu arada Sağlık Ocağında da yapmamız gereken<br />
işler vardı. Sağlık Ocağındaki tüm malzemeler Miraç<br />
Beyin üzerine zimmetliydi. Yerine yeni bir tıbbi<br />
sekreter gelmeyeceği için demirbaşların zimmeti<br />
Yılmazın üzerine geçecekti. Miraç Bey defterleri<br />
çıkardı. Depoyu açtık ve sayım işlemine başladık.<br />
Hayretler içinde kaldım. Depoda neler yoktu ki.<br />
Ahşap kutusu içinde naylon kılıfı dahi çıkarılmamış<br />
mikroskop, ne işe yarayacaksa on adet pelvimetre,<br />
suyun olmadığı sağlık ocağında pipet ve benzeri<br />
laboratuar malzemeleri, sürgüler, ördekler ve daha<br />
neler neler. Sayım sonunda battaniyelerde eksik çıktı.<br />
Kayıtlara göre on battaniye olması gerekiyordu ama<br />
yırtık pırtık sadece üç battaniye vardı. Bir çözüm<br />
bulmamız gerekiyordu. Yılmaz'a bu şekilde<br />
devredemezdik. Sonunda çözümü Sağlık<br />
Müdürlüğünün ambarındaki görevli memurlar buldu.<br />
Mevcut battaniyeleri parçalara ayırdık. Bunlar miyadı<br />
müsterih malzeme olduğu için süreleri sonunda<br />
Sağlık Müdürlüğüne bir yazı ile bunları paspas olarak<br />
kullanmak için izin isteyip kayıtlardan düşebiliyorduk.<br />
Öyle de yaptık ve Miraç Beyi zan altında bırakmadan<br />
Yılmazı da zora sokmadan sorunu çözdük.<br />
Sonunda her şey tamamlandı. Bir sabah Miraç Beyin<br />
eşyalarını yükledik kamyona.<br />
Gözyaşları içinde bize veda etti.<br />
Güle güle Miraç Bey.<br />
Güle güle güzel adam,<br />
Her şey gönlünce olsun,<br />
Her şey hayal ettiğin gibi olsun,<br />
Umarım bu Polyanna ruhunla, yaşam sevincini<br />
kaybetmeden büyük şehrin kaosunda ezilmezsin.<br />
Güle güle...<br />
<br />
28.Bölüm<br />
ÇILDIR GÖLÜ<br />
Mayıs ayının sonu ve Haziran ayının başında yağan<br />
yağmurlar nihayet dindi. Hava yeniden ısınmaya<br />
başladı.<br />
Uzayan günlerle birlikte komşu ziyaretlerimizde<br />
başladı. Akşam yemeği sonrası elimizde uzun demir<br />
çubuk ve fener, iki üç aile birleşip birbirimize akşam<br />
oturmasına gidiyoruz. Kış gecelerindeki bekar<br />
muhabbetlerinin yerini aile ziyaretleri aldı. Bu<br />
ziyaretlerden birinde teklif Özden Hoca'dan geldi.<br />
- Bu hafta sonu Çıldır Gölüne gidelim mi?<br />
Ben hemen atıldım.<br />
- Harika olur.<br />
Hemen ekibi oluşturduk.<br />
Tacettin Öğretmen,<br />
- Mustafa'nın minibüsü ayarlarız. Bir şişek* alıp,<br />
orada keser, saç kavurma yaparız.<br />
- Tamam o zaman, yarın hemen Mustafa ile<br />
konuşalım. Şişek'i kimden alacağız.<br />
- Ben ayarlarım, parasını toplarım sonra.<br />
Pazara daha iki gün var ama tatlı telaş başladı.<br />
Herkes yapılacak işlerden, getirilecek malzemelerden<br />
bir bölümünü üstlendi. Pazar sabahı Mustafa<br />
minibüsüyle okulun önünden hepimizi alacaktı.<br />
Eşyaları, kavurma sacını, piknik tüpünü, ,içinde,<br />
içeceklerin ve salata malzemeleri, ev yapımı yoğurt,<br />
lavaş ve tandır ekmeklerinin bulunduğu naylon pazar<br />
çantaları arabaya yüklendi. Şişek te şaşkın bakışlarla<br />
yolcu bölümüne bizim yanımıza bindi. Arpaçay'ın<br />
içinden geçip Çıldır'a doğru devam ettik. Yarım saat<br />
kadar sonra göl önümüzde göz alabildiğine<br />
uzanıyordu. Çevresindeki dağların görüntüsü durgun<br />
göl üzerinde yansıyordu. Tacettin Öğretmen, kışın<br />
gölün tamamen donduğunu, üzerinden atlı kızaklarla<br />
geçildiğini, köylülerin özel burgaçlarla kalın buz<br />
tabakasını delip ağlarla balık yakaladıklarını anlatıyor.<br />
Mustafa'nın uygun bulduğu bir kıyıda minibüsten<br />
iniyoruz. Elbirliği ile bagajdaki malzemeleri<br />
indiriyoruz. Kadınlar sofra düzenini oluştururken<br />
Tacettin ile Özden Öğretmen uzak bir köşede çukur<br />
kazıp şişeği kesiyorlar. Mustafa da onlara yardım<br />
ediyor. Yüzülen ve parçalanan şişek saçta kavrulacak<br />
parçalara ayrılıyor. Yılmaz ve diğerleri topladıkları<br />
tahta parçaları ve yanımızda getirdiğimiz meşe<br />
odunları ile ateş yakıyorlar. Biz Aydan'la ikimiz<br />
misafiriz, bize hiç bir şey yaptırmıyorlar. Kenardan<br />
çalışmaları seyrediyoruz.<br />
Küçük küçük parçalanan etler, bir sini<br />
büyüklüğündeki sacın ortasına alınıyor. Kızgın saçta<br />
önce kuyruk yağı parçaları eritilip sac güzelce<br />
yağlanıyor, sonra azar azar etler kızgın sacla<br />
buluşuyor. Havada yoğun bir kavurma kokusu.<br />
Herkesin tabaklarına evde yapıp getirdikleri pilavı ve<br />
patates kızartmalarını paylaştırıyorlar. Ev yapımı<br />
lahana turşuları, ev yapımı yoğurt, içecekler ortaya<br />
çıkıyor. Paylaştırılan pilav tabaklarının üzerine sacta<br />
kavrulmuş etler dağıtılıyor. Hep birlikte göl<br />
manzarasına karşı yemeklerimizi yiyoruz. Bu arada<br />
göle girersin giremezsin sohbeti başlıyor. Hafif<br />
alkolünde verdiği cesaretle göle girmeye karar<br />
veriyoruz. Erkekler kadınlardan uzakça, bizi<br />
göremeyecekleri bir koya gidiyoruz. Üzerimizdekileri<br />
çıkarıp " tumanımızla " göle giriyoruz. Haziran ayının<br />
sonu ama su hala buz gibi. Ama pilavdan dönenin<br />
kaşığı kırılsın. Göle girmek benim için farklı bir<br />
deneyim. Gölün zemini bizim alışık olduğumuz deniz<br />
zemini gibi sert değil. Adım attıkça ayağım üzeri düz<br />
ama yumuşak bir zemine temas ediyor ve zemin<br />
ayağımın altında bir süngere basmışım gibi çöküyor.<br />
İnsanın içine ürperti veren bir duygu. Kıyıdan çok<br />
ayrılmadan bir kaç kulaç atıyorum. Suyun üzerinde<br />
kalmak da deniz suyunun üzerinde kalmak kadar<br />
kolay değil ve tatlı su sizi yoruyor. Hevesimizi<br />
aldıktan sonra kıyıya çıkıp peştamallarla<br />
kurulanıyoruz.<br />
Sofra başına döndüğümüzde kadınlar çoktan sacı<br />
kaldırmış ve çayı demlemişler. Meşe odunun közünde<br />
kaynayan, odun ateşiyle kararmış çaydanlığın<br />
üzerindeki demlikten çayın davetkar kokusu yayılıyor.<br />
Eminim ki Çıldır gölünün soğuk suyundaki " çimmek "<br />
deneyimimden sonra iyi gelecek.<br />
Çaylar içildi. Kadınlar göl suyunda sacı ve bulaşıkları<br />
yıkadılar. Piknik malzemeleri toplandı ve yola çıkma<br />
vakti geldi. Bu güzel göl deneyimini ve pikniğini<br />
yaşadıktan sonra tatlı bir yorgunlukla ama bir kişi<br />
eksik - artık şişek yoktu - köyümüze dönüyoruz.<br />
* Şişek, Kars bölgesinde kısır dişi koyunlara verilen<br />
ad. Köylerde genellikle bu şişekler ve deli dedikleri,<br />
muhtemelen kelebekli koyunlar kesilir.<br />
<br />
29.Bölüm<br />
YAYLA SAVAŞLARI<br />
Haziran sonu ya da temmuz başıydı sanırım. Yine olağan<br />
bir günün akşamında uykuya çekilmiştik. Gecenin bir<br />
yarısı gürültülere uyandık. Bütün köy feryat figan<br />
bağrışıyor, traktörler, kamyonetler çalışıyor, köpekler hiç<br />
susmadan havlıyor ve araya bir iki el silah sesi karışıyor.<br />
Bir yandan gecenin karanlığında pencereden dışarıya<br />
bakıp ne olduğunu anlamaya çalışıyorum, bir yandan da<br />
kapıya dayanacak yaralılarla nasıl başa çıkacağımı<br />
düşünüyorum.<br />
Bir ihtimal aşağı mahalle ile yukarı mahalle kapıştı diye<br />
düşünüyorum. Öğrendiğim kadarıyla bir kaç yıl önce bir<br />
husumetten dolayı yukarı mahalleden birileri aşağı<br />
mahallede oturanların arı kovanlarına zehirli ilaç sıkmış<br />
ve arılarını telef etmiş. Ayrıca Kars çayı boyunca her aile<br />
için bir iki dönüm su altı verimli arazi pay edilmiş. Ama<br />
köylü aralarındaki anlaşmazlık ya da çekememezlik<br />
nedeniyle bu verimli toprakları ekemez ve Yusueli'nden<br />
gelenlere sezonluk kiraya verirlerdi. Yusufeli'li çalışkan<br />
insanlarda bu verimli topraklarda bostan işler ve sezon<br />
sonunda bire yüz kazanıp giderlerdi. Tüm bu olayları<br />
bilince aklıma gelen ilk ihtimal yine aşağı mahalle yukarı<br />
mahalle kavgası olmuştu.<br />
Ben bir yandan eşimi sakinleştirip bir yandan karanlıkta<br />
ne olduğunu anlamaya çalışırken ortalık yavaş yavaş<br />
sakinledi. Traktörlerin motor sesleri uzaklaştı. Sağlık<br />
Ocağının kapısını da çalan olmadı. Ne olup bittiğini<br />
anlamayı ertesi güne bırakıp tekrar yataklarımıza ve<br />
uykumuza döndük.<br />
Sabah kahvaltıda bir iki lokma atıştırıp gece ne olup<br />
bittiğini öğrenmek için okula, öğretmen arkadaşların<br />
yanına gidiyorum. Orta okuldaki branş öğretmenleri<br />
dışarıdan tayinle gelenler ama ilkokul öğretmeni<br />
arkadaşlar buralı. Öğreniyorum ki dün gece komşu<br />
Poşozaim ( Harmanlı ) köyü bizim köyün yaylasını<br />
basmış, yayla da kalan kadın ve çocukları silahla tehdit<br />
edip koyunlarına, hayvanlarına el koymuşlar, bunu duyan<br />
köydeki erkekler ve köyde kalan insanlar silahlanıp<br />
yaylaya gitmişler. Çıkan çatışmada iki yaralı varmış.<br />
Jandarma olaya el koymuş, birkaç kişiyi gözaltına almış.<br />
İki köy arasındaki yayla anlaşmazlığı uzun yıllardır devam<br />
ediyormuş. Mahkeme yıllardır sonuçlanmadan devam<br />
ediyormuş, 12 Eylül sonrası bir olay çıkmamış ama işte<br />
bu yıl anlaşmazlık yine patlak vermişti, hem de iki kişinin<br />
yaralanmasıyla sonuçlanmıştı.<br />
15 - 20 gün sonra muhtarımız Aslan ŞAYIR sağlık<br />
ocağına uğrayıp pazar günü yaylada barış görüşmelerinin<br />
yapılacağını ve benim de akil adam olarak bulunmamı<br />
istedi. Pazar günü Aydan'ı Fatmalara bırakıp Muhtar<br />
Aslan , her iki okulun müdürü, yukarı caminin imamı<br />
steyşın reno'ya doluştuk. Bozuk yayla yolunda yarım sat<br />
kadar offroad yaparak yaylaya ulaştık. Kaymakam Bey,<br />
İlçe Jandarma komutanı, İlçe Savcısı ve hakimi, karşı<br />
köyün muhtarı ve heyeti oradaydı.<br />
Kaymakam Bey, Savcı ( bu bölgede en bilinen, en sayılan<br />
ve en korkulan devlet görevlisi. Zaman zaman<br />
kaymakam Beyle yaptığımız köy gezilerinde adamlar<br />
doktor olduğumu bilmeme rağmen - Hoş geldiniz Savcı<br />
Bey diye karşılıyorlardı ) her iki köyün muhtarları ile<br />
konuşurken ben yaylayı geziyordum. Yayla dedikleri<br />
benim için tam bir hayal kırıklığı. Ben, yayla denince<br />
hayalimde hep Heidi ile Peter'in koşup yuvarlandığı<br />
yaylalar canlanırdı. Burası ise kayalık, el büyüklüğünde<br />
taşlarla kaplı, doğru dürüst otun, çayırın olmadığı üç beş<br />
tane yığma taştan barakanın olduğu geniş bir düzlük.<br />
İnsanlar bunun için mi savaşmıştı. Bir türlü aklım almadı.<br />
Öğle güneşi tepeye çıkıp ortalık iyice kızışınca heyet<br />
anlaştı sonunda. El sıkışıp barıştılar, şikayetçi olanlar<br />
şikayetlerinden vazgeçti. Bir bardak soğuk ayran içip<br />
steyşın renomuza doluşup zorlu bir offroad'dan sonra<br />
köyümüze vardık. Yol boyunca muhtar davanın bu kadar<br />
uzun sürmesinden şikayetlenip durdu. Varılan<br />
anlaşmadan memnun kalmasa da mecburen kabul<br />
etmişti.<br />
Neyse ki ben Ağustos ta askerlik için ayrılana kadar bir<br />
daha yayla kavgası çıkmadı. Ama iki köy arasında<br />
devletinde taraf olduğu bir anlaşmazlıkta akil adam<br />
olarak köy heyetinde yerimi almıştım.<br />
<br />
30.Bölüm<br />
KÖYÜMDE POSTAL SESLERİ<br />
Temmuz ayının ortaları.. Kuru bir sıcak var. Arada bir<br />
esen rüzgar ortalığı tozutuyor. Öğle saatleri... Yılmazla<br />
birlikte Sağlık ocağının duvarının gölgesinde oturuyoruz.<br />
Aydan Fatmalarda. Birden ilkokul ve orta okulun<br />
bulunduğu meydan hareketleniyor. Önce homurduyan<br />
motor sesleri ardında büyük bir toz bulutu. Koşuşan<br />
postal sesleri. Caminin hoparlöründen anons yapılıyor;<br />
- Köydeki bütün erkekler orta okulun bahçesine<br />
toplansın.<br />
Meraklanıp orta okula doğru hareketleniyoruz. Köyün<br />
giriş çıkışları, sokak başları, mavi bereli, ellerinde G3<br />
tüfekli askerlerce tutulmuş. Meydana gidiyoruz. Orta<br />
okulun önündeki merdiven sahanlığında yine mavi bereli<br />
kamuflajlı eğitim kıyafeti ve postalları ile olduğundan<br />
daha iri yarı gözüken altı kazık bir astsubay başçavuş.<br />
Yanında daha küçük rütbeli iki astsubay, çavuşlar ve<br />
erler. Köyün erkekleri yavaş yavaş meydana toplanıyor.<br />
Köyün alt tarafından ve üst tarafından jandarma erlerinin<br />
önüne kattığı köylüler de toplanan kalabalığa katılıyor.<br />
Çevremiz askerlerce çevreleniyor. Kıdemli Ast subay<br />
başçavuş topluluğu şöyle bir süzüyor. Hiç bir açıklama<br />
yapmadan;<br />
- Devlet memuru olanlar ayrılsın, diyor.<br />
Öğretmen arkadaşlar - yaz tatiline gitmeyenler ve<br />
buranın yerlisi ilkokul öğretmenleri -, ben ve sağlık<br />
ocağımızın personeli ayrılıyoruz. Komutanın elinde bir<br />
liste ikişer ikişer isim okuyor. İsmi okunan okula girip her<br />
biri bir sınıfa alınıyor. Biz mecburen sağlık ocağına<br />
dönüyoruz ama neler olduğunu merak ediyoruz. Sağlık<br />
ocağındaki odamıza girip sessiz bir şekilde oturuyoruz.<br />
Bir saat kadar sonra Astsubaylardan biri odaya giriyor,<br />
selam veriyor. Havadan sudan konu açıp hatırımızı<br />
soruyor. Ne olduğu hakkında bir şey söylemiyor biz de<br />
soramıyoruz.<br />
- Gezebilir miyim?, diye soruyor. Sağlık ocaklarını hep<br />
merak etmişimdir. Sağlık ocağını, garajına kadar<br />
gezdiriyoruz. Yılmaz'ın lojmanını da görmek istiyor,<br />
gezdiriyoruz. Amacı merakını gidermek değil sağlık<br />
ocağını ve lojmanları kontrol etmek.<br />
- Komutanım benim lojmanı da görmek ister misiniz?<br />
Sanırım kendine yediremiyor.<br />
- Yok Doktor Bey rahatsız etmeyeyim.<br />
Okula doğru yöneliyor.<br />
Üç, dört saat sonra postallar hareketleniyor.<br />
Komutanların yüksek sesli emirleri birbirine karışıyor.<br />
Cemselerin motorları homurdanıyor. Toz bulutları<br />
arasında geldikleri gibi gidiyorlar.Ortalıkta ölüm sessizliği.<br />
Okula doğru gidiyoruz. Kalabalık sessizce dağılıyor. İlk<br />
okul öğretmenleri İlkokulun taş binasının kapısına<br />
toplanmışlar. Yanlarına varıp soruyoruz;<br />
- Ne arıyorlarmış?<br />
Özden Hoca,<br />
- Ellerinde bir liste varmış. Herkesin isminin yanında bir<br />
silah markası. Sende Kalaşnikov varmış nerde, sen de şu<br />
tabanca varmış nerede, diye soruyorlarmış. Yok diyene<br />
basmışlar sopayı. Sonunda Muhtara listenin bir kopyasını<br />
vermişler bir hafta da süre. Bir hafta sonra bunları<br />
senden isteriz muhtar demişler.<br />
Akşam köyde tam bir ölüm sessizliği vardı. Cemil'in<br />
kahvesi de açılmadı. Söylenenlere göre en çok dayağı da<br />
Cemil yemiş. Kasaba kurnazı, askerler sordukça,<br />
- Ben il Jandarma komutanını tanıyorum, falanca savcıyı<br />
tanıyorum, filanca emniyet müdür yardımcısını<br />
tanıyorum, dedikçe;<br />
- Vay bize etiket mi yapıyorsun diye basmışlar sopayı.<br />
Arka komşum İsa Dayıyı ziyarete gidiyoruz Aydan'la. O<br />
sessiz sakin kendi halindeki adamı bile feci dövmüşler.<br />
Elleri şişmekten iki kat olmuş. O da Özden Hocanın<br />
anlattıklarını anlattı.<br />
Ertesi gün öğleden sonra Muhtar ve Yukarı Caminin<br />
imamı ellerinde Türk bayrağına sarılı bir Kuran-ı Kerim<br />
kapı kapı dolaşıp kutsal kitap ve bayrak üzerine yemin<br />
ettiriyorlardı.<br />
Bir hafta sonra muhtar kaç silah götürdü, ne yaptı<br />
bilmiyorum. Öğrendiğime göre bazıları bu süre içinde<br />
parasıyla silah satın alıp teslim etmişler.<br />
80 ihtilalı sonrası binlerce genç insanı hapishanelere atıp<br />
işkenceye tabi tutan, bir kısmını da idam eden 12 Eylül<br />
Cuntasının ceberut yüzüne birebir şahit olmuştum.<br />
<br />
31.Bölüm<br />
AYRILIŞ<br />
Nihayet ayrılık günü geldi. Temmuzun son haftası. Bir<br />
Ağustos'ta askerlik için Etimesgut'taki Sıhhıiye Suıbay<br />
Kurs Taburuna teslim olacağım. Bir haftadır Aydanla<br />
birlikte eşyalarımızı topluyoruz yavaş yavaş. Yatak<br />
yorgan ve yastıkları hurç içine denk yaptık. Çek yatta<br />
yatıyoruz. Mutfak eşyalarını güzelce kutuladık. Günlük<br />
giysilerimizi valizlere yerleştirdik. Dün Kars'a, Sağlık<br />
Müdürlüğüne gidip ilişiğimi kestim ve İzmir biletimizi<br />
aldım. On aylık mecburi hizmet deneyimime askerlik<br />
nedeniyle ara veriyorum.<br />
Bugün veda günü. Gün boyunca ben çalışma<br />
arkadaşlarıma, öğretmen arkadaşlarıma, kahvedeki<br />
köylülere, Cibo Dayıya, Muhtar Arslan Şayır'a, Aydan<br />
Fatma'ya, İsa Dayının karısına ve kızına, Yüksel<br />
Öğretmene veda ediyor. Sabah Mustafa minibüsüyle<br />
gelip bizi lojmanımızdan alacak.<br />
Mustafa sabah minibüsüyle geliyor. O valizlerimizi bagaja<br />
yerleştirirken ben de iki ay sonra gelip almak üzere<br />
denklerimizi, eşya kutularını topladığımız odanın kapısını<br />
kilitliyorum. Lojmana bir kez daha bakıp kapısını<br />
kapattıktan sonra kapı önündeki kayın ağacını<br />
okşuyorum usulca; farkında olmadan. Yolcu etmeye<br />
gelen arkadaşlarımızla tekrar vedalaşıyoruz, ardımızdan<br />
bir tas su döküyorlar. Ağır ağır hareketlenen<br />
minibüsümüzle Yolboyu'ndan, köyümüzden ayrılıyoruz.<br />
Ayrılmanın hüznü, sevdiklerimize ve memleketimize<br />
kavuşacak olmanın sevinciyle otuz saatlik yolun nasıl<br />
geçtiğini anlamadık. İzmir otogarında otobüsümüzden<br />
indik. Tam anlamıyla köyden indim şehire durumu. On<br />
aylık köy yaşamından sonra, on aydır ayrı kaldığım<br />
memleketime kavuşmanın şaşkınlığı. Daha bu şaşkınlığı<br />
atlatamadan, sevdiklerimle, anamla, babamla<br />
kardeşlerimle hasret gideremeden sevdiğini bırakıp,<br />
bilmediğim başka bir dünyaya asker ocağına hareket.<br />
İki aylık yedek subaylık okulunun sonunda çektiğim<br />
kurayla bu kez rotamız Malatya. Canım yurdumun başka<br />
bir köşesi. Yeni insanlar, yeni dünyalar ve yeni<br />
deneyimler. Kırlangıç fırtınası bu kez başka bir yere<br />
savuruyor. Önce Malatya'ya tek başıma gidiyorum.<br />
Birliğime uğrayıp tanışıyorum. Orada görevli astsubay<br />
arkadaşların yardımı ile bir gün içinde şehir merkezinde<br />
ev tutuyorum. Ev sahibem yaşlı bir teze. Benim<br />
kiraladığım dairenin alt katında oturuyor. Her şeye<br />
karışıyor ben de her şeye tamam diyorum. Anahtarı alıp<br />
eşyalarımızı getirmek için akşam otobüsüyle Kars'a<br />
gideceğim.<br />
Kars'ta otobüsten inince doğru otobüs yazıhanesindeki<br />
Orhan'ı buluyorum. Gide gele dost olduk. Ondan nerden<br />
kamyon bulacağımı soruyorum. Orhan bir kaç telefon<br />
görüşmesi yapıyor, sonra;<br />
- Doktor Bey, Malatya'ya fiğ çekecek bir kamyon varmış,<br />
yarın malı yükleyip yola çıkacak onunla görüşelim. Hadi<br />
kamyoncular kahvesine kadar gidelim.<br />
Kamyoncular kahvesinde Malatya'ya gidecek<br />
kamyoncuyla konuşup anlaşıyoruz. 0, ertesi gün malı<br />
yükledikten sonra buluşacağız ve benim köye gidip<br />
eşyaları sarıp yola çıkacağız.<br />
Tepeleme fiğ yüklenmiş ve branda çekilmiş kamyon<br />
kasasına benim üç beş parça eşyayı da yükleyip sıkıca<br />
bağlıyoruz. Akşam saatlerinde Yılmaz'la ve öğretmen<br />
arkadaşlarla vedalaşıp yola çıkıyoruz. Yükümüz ağır.<br />
Yavaş yavaş önce Kars'ı, sonra Selim'i daha sonra<br />
Sarıkamış'ı ardımızda bırakıyoruz. Sarıkamış'tan sonra<br />
hava kararıyor, akşam çöküyor. İlk kez bir kamyonun<br />
şoför mahallinde yolculuk ediyorum. Kamyoncuyla<br />
sohbet ediyoruz.<br />
Gece bir suları. Kamyonun durmasıyla uykumdan<br />
uyanıyorum, içim geçmiş. Kamyoncu;<br />
- Hocam, diyor. Tunceli yol ayrımına geldik. Bundan<br />
sonra yolumuz zorlu. Şurada bir çay molası verelim, biz<br />
de dinlenelim, motor da dinlensin.<br />
- Sen bilirsin diyorum.<br />
Kavak ve kayın ağaçlarının altında bir çay bahçesi.<br />
Havada ekim ayının serinliği var. Buz gibi suyla yüzümü<br />
yıkadım. Çaydan önce birer tas mercimek çorbası<br />
içiyoruz. Çayımızı da içip tekrar kamyona biniyoruz.<br />
Kamyoncu marşa basmadan, karşımızda duran köprüden<br />
sonra karanlığıa doğru uzanıp sonsuzluğa ulaşan yolun<br />
sonunda parlayan yıldızı gösteriyor.<br />
- Bak Hocam, şu yıldızı görüyor musun, işte oraya<br />
çıkacağız.<br />
Şaka yapıyor sanıyorum. Ama sırtımızda on dört ton fiğ<br />
ve onun üzerinde benim mütevazi ev eşyalarım yavaş<br />
yavaş, inliye inliye, kıvrıla kıvrıla yıldıza doğru<br />
tırmanıyoruz. Yolun uçurum kısmı benim tarafıma<br />
düştüğünde yüzlerce metre aşağıda, dolunayın ışığıyla<br />
ince bir gümüş tel gibi kıvrılarak uzanan Munzur çayını<br />
seyrediyorum. Kamyoncum dudağının kenarında<br />
sigarasıyla, sabırlı bir bilge edasıyla bana yolu anlatıyor.<br />
Ve nihayet o yıldıza ulaşıyoruz. Sağımızdaki geniş<br />
düzlükte Jandarma karakolu ve Pülümür Karayolları<br />
Şantiye binası. Düzlüğü aşıp bu kez rampa aşağı<br />
sallanıyoruz ağır ağır. On dört ton yükün altında<br />
kamyonumuz inliyor.<br />
Gece saat üç. Yorgunluktan kapanan gözlerime daha<br />
fazla söz geçiremiyorum. Uyuyorum.<br />
Şubat 2015<br />
YAZARIN SON SÖZÜ<br />
Ey Okuyucu, Ey Can dost,<br />
1983 sonbaharında rüzgarda savrulan kırlangıçlar gibi<br />
Kars İli, Susuz İlçesi, Yolboyu eski ve bilinen adıyla<br />
Uzunzaim köyüne savrulan 12 Eylül kazazedesiydim ben.<br />
Askerlik sonrası iki zorlu kış ve bir yaz daha geçirdim<br />
köyümde. Pişman mıyım? Asla ! Mecburi Hizmette geçen<br />
üç koca yıl bir kayıp mı? Asla !<br />
Ben devleti, halkı orada öğrendim, Terekemeyi,<br />
Malakanı, Kürdü, Azeriyi, Yerliyi orada öğrendim, Aşık<br />
İslami'yi orada tanıdım, kasaba kurnazlıklarını, arkadan<br />
vuran hainlikleri ya da çıkarsız gerçek dostlukları orada<br />
öğrendim. Doğru bildiklerimi öğretmeye, bilmediklerimi<br />
öğrenmeye çalıştım. Halkın içine girdim, günlük<br />
yaşamına, düğününe, cenazesine katıldım, azığını,<br />
sofrasını paylaştım Hasbelkader öğretmenlik yaptığım<br />
öğrencilerimin dünya görülerini , vizyonlarını<br />
genişletmeye çalıştım. Onlara Uzunzaim'den de başka<br />
dünyaların var olduğunu anlatmaya çalıştım.<br />
Tek pişmanlığım, orada bulunduğum yıllarda bugünkü<br />
aklıma, deneyimlerime, teknolojik imkanlara sahip<br />
olmamak. Eğer iyi bir fotoğraf makinem olsaydı ne<br />
fotoğraflar çekerdim. Bir kayıt cihazım olsaydı, ne<br />
türküler, deyişler, sohbetler kaydederdim. Ama yoktu,<br />
ben de hafızama, anılarıma kaydettim tüm bunları. Ve<br />
şimdi de kaybolup gitmesinler diye sizinle paylaştım.<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br /></div>
<!-- Blogger automated replacement: "https://2.bp.blogspot.com/-orVfYFtTE-Q/UfZJ_BhzP2I/AAAAAAAAH4w/ltMFYN78Ass/s320/Untitled-Scanned-08.jpg" with "https://2.bp.blogspot.com/-orVfYFtTE-Q/UfZJ_BhzP2I/AAAAAAAAH4w/ltMFYN78Ass/s320/Untitled-Scanned-08.jpg" --><!-- Blogger automated replacement: "https://images-blogger-opensocial.googleusercontent.com/gadgets/proxy?url=http%3A%2F%2F4.bp.blogspot.com%2F_yX3vrc9uA9o%2FSvL_-P77ScI%2FAAAAAAAAA5I%2F_SJ0kSE6YqE%2Fs320%2FUntitled-Scanned-11.jpg&container=blogger&gadget=a&rewriteMime=image%2F*" with "https://4.bp.blogspot.com/_yX3vrc9uA9o/SvL_-P77ScI/AAAAAAAAA5I/_SJ0kSE6YqE/s320/Untitled-Scanned-11.jpg" --><!-- Blogger automated replacement: "https://3.bp.blogspot.com/_yX3vrc9uA9o/SvL_-DC6HdI/AAAAAAAAA5Q/3ZXh_jy9rRU/s320/Untitled-Scanned-06.jpg" with "https://3.bp.blogspot.com/_yX3vrc9uA9o/SvL_-DC6HdI/AAAAAAAAA5Q/3ZXh_jy9rRU/s320/Untitled-Scanned-06.jpg" --><!-- Blogger automated replacement: "https://images-blogger-opensocial.googleusercontent.com/gadgets/proxy?url=http%3A%2F%2F3.bp.blogspot.com%2F_yX3vrc9uA9o%2FSvL_-W9JuUI%2FAAAAAAAAA5Y%2FYlpgBJFaH4U%2Fs320%2FUntitled-Scanned-16.jpg&container=blogger&gadget=a&rewriteMime=image%2F*" with "https://3.bp.blogspot.com/_yX3vrc9uA9o/SvL_-W9JuUI/AAAAAAAAA5Y/YlpgBJFaH4U/s320/Untitled-Scanned-16.jpg" --><!-- Blogger automated replacement: "https://2.bp.blogspot.com/_yX3vrc9uA9o/Suil44VAs1I/AAAAAAAAA48/fYootil_Ths/s320/Untitled-Scanned-05.jpg" with "https://2.bp.blogspot.com/_yX3vrc9uA9o/Suil44VAs1I/AAAAAAAAA48/fYootil_Ths/s320/Untitled-Scanned-05.jpg" --><!-- Blogger automated replacement: "https://images-blogger-opensocial.googleusercontent.com/gadgets/proxy?url=http%3A%2F%2F4.bp.blogspot.com%2F-GQEk9iQdvIw%2FUfZJ_mbJ58I%2FAAAAAAAAH40%2Fxnm_1Ffwb14%2Fs320%2FUntitled-Scanned-13.jpg&container=blogger&gadget=a&rewriteMime=image%2F*" with "https://4.bp.blogspot.com/-GQEk9iQdvIw/UfZJ_mbJ58I/AAAAAAAAH40/xnm_1Ffwb14/s320/Untitled-Scanned-13.jpg" --><!-- Blogger automated replacement: "https://4.bp.blogspot.com/-GQEk9iQdvIw/UfZJ_mbJ58I/AAAAAAAAH40/xnm_1Ffwb14/s320/Untitled-Scanned-13.jpg" with "https://4.bp.blogspot.com/-GQEk9iQdvIw/UfZJ_mbJ58I/AAAAAAAAH40/xnm_1Ffwb14/s320/Untitled-Scanned-13.jpg" --><!-- Blogger automated replacement: "https://images-blogger-opensocial.googleusercontent.com/gadgets/proxy?url=http%3A%2F%2F3.bp.blogspot.com%2F_yX3vrc9uA9o%2FSvL_-DC6HdI%2FAAAAAAAAA5Q%2F3ZXh_jy9rRU%2Fs320%2FUntitled-Scanned-06.jpg&container=blogger&gadget=a&rewriteMime=image%2F*" with "https://3.bp.blogspot.com/_yX3vrc9uA9o/SvL_-DC6HdI/AAAAAAAAA5Q/3ZXh_jy9rRU/s320/Untitled-Scanned-06.jpg" --><!-- Blogger automated replacement: "https://images-blogger-opensocial.googleusercontent.com/gadgets/proxy?url=http%3A%2F%2F2.bp.blogspot.com%2F_yX3vrc9uA9o%2FSuil44VAs1I%2FAAAAAAAAA48%2FfYootil_Ths%2Fs320%2FUntitled-Scanned-05.jpg&container=blogger&gadget=a&rewriteMime=image%2F*" with "https://2.bp.blogspot.com/_yX3vrc9uA9o/Suil44VAs1I/AAAAAAAAA48/fYootil_Ths/s320/Untitled-Scanned-05.jpg" --><!-- Blogger automated replacement: "https://1.bp.blogspot.com/_yX3vrc9uA9o/SuilTs08mZI/AAAAAAAAA40/AXxAl_lkjwE/s400/Untitled-Scanned-01.jpg" with "https://1.bp.blogspot.com/_yX3vrc9uA9o/SuilTs08mZI/AAAAAAAAA40/AXxAl_lkjwE/s400/Untitled-Scanned-01.jpg" --><!-- Blogger automated replacement: "https://images-blogger-opensocial.googleusercontent.com/gadgets/proxy?url=http%3A%2F%2F2.bp.blogspot.com%2F-orVfYFtTE-Q%2FUfZJ_BhzP2I%2FAAAAAAAAH4w%2FltMFYN78Ass%2Fs320%2FUntitled-Scanned-08.jpg&container=blogger&gadget=a&rewriteMime=image%2F*" with "https://2.bp.blogspot.com/-orVfYFtTE-Q/UfZJ_BhzP2I/AAAAAAAAH4w/ltMFYN78Ass/s320/Untitled-Scanned-08.jpg" --><!-- Blogger automated replacement: "https://3.bp.blogspot.com/-OHJW0-yKvIA/UfZJ_W9tkWI/AAAAAAAAH48/0k8NdPn-_bk/s320/Untitled-Scanned-09.jpg" with "https://3.bp.blogspot.com/-OHJW0-yKvIA/UfZJ_W9tkWI/AAAAAAAAH48/0k8NdPn-_bk/s320/Untitled-Scanned-09.jpg" --><!-- Blogger automated replacement: "https://3.bp.blogspot.com/_yX3vrc9uA9o/SvL_-W9JuUI/AAAAAAAAA5Y/YlpgBJFaH4U/s320/Untitled-Scanned-16.jpg" with "https://3.bp.blogspot.com/_yX3vrc9uA9o/SvL_-W9JuUI/AAAAAAAAA5Y/YlpgBJFaH4U/s320/Untitled-Scanned-16.jpg" --><!-- Blogger automated replacement: "https://4.bp.blogspot.com/_yX3vrc9uA9o/SvL_-P77ScI/AAAAAAAAA5I/_SJ0kSE6YqE/s320/Untitled-Scanned-11.jpg" with "https://4.bp.blogspot.com/_yX3vrc9uA9o/SvL_-P77ScI/AAAAAAAAA5I/_SJ0kSE6YqE/s320/Untitled-Scanned-11.jpg" --><!-- Blogger automated replacement: "https://images-blogger-opensocial.googleusercontent.com/gadgets/proxy?url=http%3A%2F%2F1.bp.blogspot.com%2F_yX3vrc9uA9o%2FSuilTs08mZI%2FAAAAAAAAA40%2FAXxAl_lkjwE%2Fs400%2FUntitled-Scanned-01.jpg&container=blogger&gadget=a&rewriteMime=image%2F*" with "https://1.bp.blogspot.com/_yX3vrc9uA9o/SuilTs08mZI/AAAAAAAAA40/AXxAl_lkjwE/s400/Untitled-Scanned-01.jpg" --><!-- Blogger automated replacement: "https://images-blogger-opensocial.googleusercontent.com/gadgets/proxy?url=http%3A%2F%2F3.bp.blogspot.com%2F-OHJW0-yKvIA%2FUfZJ_W9tkWI%2FAAAAAAAAH48%2F0k8NdPn-_bk%2Fs320%2FUntitled-Scanned-09.jpg&container=blogger&gadget=a&rewriteMime=image%2F*" with "https://3.bp.blogspot.com/-OHJW0-yKvIA/UfZJ_W9tkWI/AAAAAAAAH48/0k8NdPn-_bk/s320/Untitled-Scanned-09.jpg" -->mctumerhttp://www.blogger.com/profile/14717465978867976673noreply@blogger.com3